Çarşamba, Aralık 30, 2009

YAŞAMAYA YÜREK GEREK...!

İnsanları gözlemlemeyi severim gerçekten, kendi mi de.. Hani bir dışarda, bir içerde gözüm vardır desem yeridir.. Zaman zaman kendimi, zaman zaman onları anlamaya çalışırım.. Erdemlere inanırım, insanların kazanması gerektiğine inandığım erdemlere.. Kendimce doğrularım vardır pek çok insan gibi, ama gün gelir doğrularım evrim geçirebilir.. Hayatım boyunca sabit fikirlere takılıp kalmak bana göre değildir çünkü.. Doğruluğunda ısrar ettiklerimin ise, yerinde saymalarına izin vermem asla, her gün geliştiririm onları eteğimdeki taşları dökerek...

Bazı insanlar bilirim, hayatlarında hiç bir şeyden memnun değildirler aslında, ama herhangi bir çabaları da yoktur düzeltmek adına..Kendi hayatlarını dışarıdan seyrediyorlarmışçasına beklerler bir şeyler olmasını.. Olanlardan hüzün duyarak, kalplerine kilitler asarak, hayatın onlar için bir şeyler yapmasını beklerler. Yumurtadan yeni çıkmış bir civ civ gibi ürkektirler onlar, parmaklarını oynattıklarında herşeyin daha kötü olabileeceğinden korkarlar.. "Boşverdim" derler, yüzlerinde yaşanmışların gölgesi dururken.. Boşvermek midir sahi bu..? Boşverilen sorunun kendisi midir, hayat mıdır yoksa..? Sahip çıkılmayan bir hayat, kendi başına ne anlam taşır ki..?

Birilerinin öfkesine hedef olurlar, birilerinin heveslerine, sanki daima verecekleri bir şeyler varmış gibi, savunmasız bırakırlar sahip olduklarını.. Oysa geriye bırakılmış bir hayat bile kalmaz ortada, bunu anladıklarında zaman çoktan geçip gitmiştir. Ertesine gelen patlamalar, kükremelerden kime ne fayda..! Tarih tekerrür etse de, yaşanan an geri gelmez..

Beklerken geç kalırlar onlar hayata, bazen kendilerini kandırılar, kendilerine ait olmayanı ezbere tekrarlayarak.. Ağızlarından çıkan ses kendilerine ait olsa da, işin arkasındaki zihin başkasınındır sanki. Tökezlerler böyle insanlar bir soru sormaya kalktığınızda.. Ezberi aşanlara verilecek cevabı yoktur böylelerinin.. Başkalarının hayatını yaşayarak, ayakta kaldıklarını sanırlar.

Hatalarının daima bir sorumlusu vardır bu insanların.. Kimi zaman bir başkası, kimi zaman kader, kimi zamansa bir haber... Hiç bir şeyin sorumlusu olmadıkları gibi, sorumluluğunuda almazlar..Kendisinin sorumluluğunu taşıyamayan birini kim sahiplenir ki..?

Bazı insanlar bilirim, pasiflik yaşam şekilleri olmuştur. Kimileri söz geldiğinde aslanlar gibi olurlar, ardlarını döndüklerinde saklanacak gölgelerini ararlar.. Kimileri ise adım atmaya korkar olmuştur, ne yaparsa yapsın hayatının daha kötü olacağına inanırlar, oysa kim bilebilir hayatın altının üstünden daha kötü olduğunu..

Bahsettiğim tüm bu insanlar hiç mutlu olamazlar bu yüzden.. Yaşamaya yürek gerekir oysa ki.. Hani şu face book grubunda söylendiği gibi, "inanılan şeyler uğruna muhteşem hatalar yapabilmelidir" oysa insan.. Her ne yapıyor olursa olsun, yüreğini ortaya koymuş kaç başarısız insan vardır.

Üzülürüm ben o insanlara, öfkelenirim mücadelesizliklerine, anlayamam.. Kendi hakını koruyamandan bana ne fayda.. Yaşamaya yürek gerek oysa..

AKS

Çarşamba, Aralık 23, 2009

AHH BİR ATAAAŞ VEEER...!!

Allah face book 'u icadedenlerden razı olsun. Geçenlerde okuduğum bir kitapta, internetin Kur'an'da bahsedilen herkesin ve herşeyin gizlendiği olduğuna dair bir teori vardı. Mesleğimizi kutsallaştırmak da bizim bi misyonumuz haliyle belirtmeden geçemedim.

Geçmişe mazi demiyoruz artık internet sayesinde.. Misal ben ilkokuldan başladım, hemen hemen bütün arkadaşlarımı buldum.. Nerde kalmıştık bile demeden, başladık koyu muhabbetlere yeniden... Her buluşma bir cafede, restoranda yedik içtik derken, baktık böyle olmayacak, ye ye bir yere kadar. Her birimiz birer "dombilibu"ya dönüşmeden önce, biraz gezelim görelim dedik. Bu gezilerin ilkini hem okuduğumuz okulun manalı adından mütevellit, hem de gündeme nispet olsun diye Ata'mıza, Anıtkabir'e düzenlemeyi uygun bulduk.. Şöyle çoluk çocuk ma-aile bir araya gelip atamıza saygılarımızı sunalım, hem de Kurtuluş Savaşı müzesini bir görelim istedik.

Yağmurlu bir cumartesi günü elimizde şemsiyeler bayrak direğinin altında buluştuk Ata'mızın kabrinde.. İlkin mozoleyi ziyaret ettik, ardından başladık müzeyi gezmeye.. Sevindirici olan şuydu ki Ata'mız hiç yanlız kalmıyordu belli ki.. Herhangi bir resmi bayram veya özel gün olmamasına rağmen yinede insanlar çoluk çocuk oradaydılar, hem de onca yağmura rağmen..

Müzeye ilk girdiğimizde grup halinde başlayan gezimiz, bir süre sonra herkesin takıldığı resmin veya kurgunun önünde kala kalmasıyla dağıldı tabi biraz. Ama daha önce gezdiyseniz bilirsiniz, zaten müzede dar koridorlarda tek yöne gidebiliyorsunuz, kaybolmak pek mümkün değil. Görmediyseniz mutlaka gidin derim, oldukça etkileyici ve güzel bir müze olmuş gerçekten..

Derken dokuz on yaşlarında bir grup çocuğa rastladık, başlarında bilgli bir rehber her şeyin önünde duruyor ve hikayesini, tarihini kısaca özetliyordu. Bizde onlara takılıp daha etkili bir geziye dahil olmaya karar verdik. Müzenin koridorlarını kesen geniş salonlarda Atatürk'e ve savaş zamanına ait dev tablolar yer alıyordu. Bizim hiç dikkatimizi çekmemiş olmasına rağmen, çocuklar son dönemde yürütülen "dumansız hava sahası" projesinden öylesine etkilenmiş olacak ki, neden Atatürk'ün hemen her tabloda sigara içtiğini sordular rehbere.. İyi içiciler olarak bizlerde haliyle kulak kesilip beklemeye başladık, acaba rehber ne diyecekti.. Sonunda alkışladığım şu açıklama döküldü rehberin dudaklarından :

"Çocuklar, biliyorsunuz günümüzün ağır geçim şartlarında, pek çok insan sıkıntıdan içki ve sigara kullanıyor, o dönemde Atatürk'ün sırtında bütün ülkenin sorumluluğu ve sıkıntısı vardı. İçki ve sigara kullanması neden garip olsun ki.."

Çocuklardan çıt çıkmadı, hiç biri bu açıklamaya itiraz edememişti. Bizde öyle.. Ama hepimizin aklına gelen ilk şey şuydu.. Atamız "Dumansız Hava Sahası" nedir hiç bilmemişti. Onca sıkıntı ve yükte bir de dumansız hava sahası ile uğraşsaydı ne hissederdi acaba.. "Aşkolsun çocuk, tabi ki sigara ve içki zararlı, velev ki sen durmayı bilesin.." der miydi acaba..? Yüce Ata'yı seslendirmek haddimize değil elbet, bizimkisi züğürt tesellisi..

Katılıyorum aslında bakmayın, çocukların, yaşlıların, hastaların yanında sigara içilmemelidir. Kapalı alanlarda kullanılmamalıdır. Hepsine varım.. Sigara sağlığa zararlıdır. E ama gel gelelim bu da neticede bir madde bağımlılığı bir hastalıktır. Öyle ha deyince bırakılmıyor..Kemikleşmiş alışkanlıklarımız var, hayatımızda adını keyif koyduğumuz anlarımız var.
Herneyse, bugünde öğrendik ki sigara yılbaşından sonra Dokuz Türk Lirası olacakmış. Sen hem her yerde yasakla, insanların içmesi için bir alternatif ortam yaratma, kendi zevklerin, yaşam şeklin ve inançların söz konusu olduğunda her kuralı gevşet.. Ondan sonra milletin sırtında yükü azmış gibi, keyfini de yüke dönüştür. Günde bir paket sigara içen bir tiryakinin aylık sigara masrafının 300 TL olması, pembe gözlüklerle baktığınızda caydırıcı gözüküyor olsa da, bu ülkede cayması gerekenleri sokaklarda çiçeklerle karşılayıp, cayması gereken süreler dolmadan sokaklara salıverin, her gece televizyonalarda ülkedeki adrenalin seviyesini yükseltin, ondan sonra da "ne olacak lam bu ülkenin hali" diye bir sigara içmek için dokuz türk lirası verelim. Olmuyor, bilmiyorum bana ters..

Yurt dışında da uygulanan bu tür yasakların hep bir alternatifi yok mu kardeşim.. İçenler için, beşinci sınıfta olsa ya bir küllük, ya bir sandalye illaki var.. Genetiği bozuk gıdalardan, domuz gribinden, trafik canavarından nasılsa bir şekilde gideceğiz, bunlara caydırıcı uygulamayıp da milletin elindeki tütüne caydırıcı uygulayıp ben halkımı düşünüyorum diyene kim inanır. Ben inanmam.. Sizi bilmem..

Şair bile ne demiş.. "Yak bir sigara kül olsun dertler ucunda, bir an oh diyemessek çekilir mi ahhh bu dünyaa!"

Pazartesi, Aralık 21, 2009

Sanal Sosyal Olmak Yetmiyor, Sanal Kahraman da Olmak İstiyorum..!

Günde dokuz saat bilgisayar başında çalışıyorum.. Bütün heyecanlarım, eğlencelerim, duygularım, düşüncelerim bu aletin başında şekilleniyor.. Kesintisiz mesai mahkumu bir çalışan olarak, molalar da haliyle bilgisayar başında oluyor..

İki kod yazdım tamam hadi aç bir site başla oyalanmaya :) Kesintisizlik sandalye ile bütünleşmekse o zaman sandalyenin üzerinde bilgisayarla bütünleşirim bende. E oturduğum yerden de bir kahraman olamayacağıma göre, hayal dünyamı görselleştirmek adına başlıyorum http://www.faceinhole.com/ adresinde yer alan hazır şablonlardan kendime bir kare seçmeye..


Dedim ya oturuyorum dokuz saat, oturuyorum da ne oluyor kimsenin karpuz kestiği mi var.. Yok tabi, ama ben karpuz yata yata büyür misali, oturduğum yerde büyüyorum, henüz parmak hareketleri ile form tutmayı beceremedim çünkü.. Manken gibi olmak istiyorum halbuki.. Oluyorum, oluyorum wallahi.. Bakın bu yandaki resimdeki benim misal.. Sadece yüzü bana ait olsa da kim diyebilir ki ben bu hatundan daha çirkinim.. :)


Bir hazır kare seçiyorum faceinhole dan, kendi kendimin bile resimlerini çekmeye başladım sırf burda kullanabileyim diye aman kimse duymasın :) Hazır karedeki yükle düğmesine tıklıyorum, şöyle yüzümün gözümün net göründüğü bir fotoğrafımı seçip, önce ebatlarını sonra, rengini ve ışığını ayarlıyorum.. Hoop oluyor.. Kaydediyorum..


Bazıları o kadar gerçekçi oluyor ki ben bile inanamıyorum.. Hadi hanımlar bırakın botoksu, laseri sizde faceinhole e gelin sanal kimliklerinize sanal fotoğraflar üretin diyorum.. Sonra açın face book da bir albüm kendinize.. Bakın o yıllar öncesinde bıraktığınız arkadaşlarınız sizi görünce neler hissedecekler.. Buluşmayıverin canım sizde.. Resimlerinizle yetinsinler ;)


Aylink Şahin




Bilgisayar Tamircisinin Evrimi :)


Yıllar var bu bloga elimi değmeyeli. Oysa ilk göz ağrımdır kendisi. Bir zamanlar hevesle yazdığım hikayelerimin ilk ev sahibi..

Blogcu.com da öyle kaderine terk edilmiş duruyordu nice zamandır. Hadi dedim o halde ne duruyorum.. Taşındım blogspottayım artık ve yeniden yazmaya karar verdim. Evet internet uzmanı bir annenin yıllar içinde geçirdiği evrim bakalım nelerle sonuçlanacak.. Oğlumun bundan bir kaç yıl önce "bilgisayar tamircisi benim annem" dediği ben.. sonunda onunda internetle tanışması ile "internet uzmanına" terfi ettim yeniden.. Ama kimseye bilgisayar ya da internet öğretmeye niyetim yok. Bir kadın internet uzmanı olursa neler olur onu takip edeceksiniz bundan böyle.. Edebi denemeleri, alışverişleri ve yedi yaşındaki oğluyla hangi maceralara yelken açıyor :)

Hadi bakalım sevgili günlük, yeniden beraberiz.. Görelim bakalım neler döktüreceğiz yeniden..

İlk yazım bu yazıdaki gördüğünüz resmi yarattığım oldukça eğlenceli bir site olan faceinhole üzerine olacak.. Ben çok eğleniyorum bu site de, umarım siz de benim kadar eğlenirsiniz..

Sevgiyle Kalın
Aylink Şahin

Denemeler IV. Bölüm

Gözlerimi açmıştım ama bedenim hala uykuda gibi ağırdı. Biraz daha uyuyacak zamanım olup olmadığını anlamak için göz ucuyla pencereye baktım. Güneş hala batmamıştı. Ama perdelere yansıyan kızıllığa bakılacak olursa akşam olmak üzereydi. Düşündüğümden daha uzun uyumuş olmalıyım. Bir ara hizmetçilerden birinin odada gezindiğini gördüğümü hatırladığıma göre evde kimse beni uyandırmayı denememişti. Sadece belki uyanacağımı düşündüklerinden perdeleri açıp gitmişlerdi. Bugün yine ona gideceğimi düşününce içimi büyük bir mutluluk kapladı. Zaten ne zaman onu düşünsem yüzüme yayılan kocaman gülümsemeye engel olamıyordum. Hayatım boyunca birine bu kadar yakın olabileceğimi hiç düşünmemiştim. Aslında başlangıçta onun bu kadar vazgeçilmez olabileceğini de hiç düşünmemiştim, şimdi ise bütün ömrümü onunla geçirmeye hazırdım. Onu tanımadan önceki hayatımda eksikliğini hissettiğim her şey tamamlanmış gibiydi. O sadece bana ait bir hazineydi. Benim hazinemdi gerçekten, hayatta zevk aldığım her şeyi benimle paylaşabilen tek insandı o. Yapmayı sevdiğim her şeyi seviyordu, yapmayı sevdiğim her şeyi onunla daha çok seviyordum.

Ben gözlerimi tavana dikmiş yüzümde bir gülümseme ile hayallere dalmışken, kapı çalındı ve Margaret içeri girdi, “Küçük hanım nihayet uyanmış, hasta mı diye merak ettim” dedi. “Hayır Margaret, hasta falan değilim, aksine çok iyiyim. Sadece bu zamansız uykunun ağırlığını atmaya çalışıyorum üzerimden” diye cevap verdim. “Acıkmış olmalısınız” diyerek elindeki tepsiyi yatağımın kenarına bıraktı.ve odanın aydınlığını arttırmak için tül perdeleri de açmaya başladı. Yaklaşık kırk, kırk beş yaşlarında olmalıydı, koyu ama seyrek saçları vardı. Çok uzun sayılmazdı, hatta hafif kilolu olduğu bile söylenebilirdi. Annemle babam evlendiğinde başlamıştı bizim evimizde çalışmaya. Annem onun ilk hanımıydı, daha önce başka bir yerde çalışmamıştı, o zamandan bu zamana da ailemizi hiç terk etmemişti. Babam ben doğduktan sonra bir bakıcım olmasına rağmen Margaret’ın benimle bakıcımdan daha çok ilgilendiğini anlatmıştı bir kaç kez. Annem öldükten sonra bana olan düşkünlüğü daha da artmıştı, hiç evlenmemişti. Tüm hayatını ailemizin bir parçası olarak sürdürmüştü. Onun bana olan düşkünlüğü beni de mutlu ediyordu. Zaman zaman bir anneymişçesine öğütler veriyor, sonra da çok ileri gitmiş olmaktan korkarak “Küçük hanım kızmıyor umarım” diye soruyordu. “Hayır” diyordum bende gülümseyerek ve o da kaldığı yerden nasihatlara devam ediyordu. Benim yaşıtlarım olan kızlardan farklı ilgi alanlarım olması ve başımda bir annenin olmamasından kaynaklandığını sandığı uçarı hareketlerim onu endişelendiriyordu sanırım. Ama dediğim gibi sınırı aşmamaya çok özen gösteriyor, bir şeyler söylediğinde nerede durması gerektiğini anlamak için sürekli yüz ifademi kontrol ediyordu. Ona hiç kızmıyordum oysa, beni ne kadar sevdiğini biliyordum, tek amacı beni korumaktı. Bu yüzden ben de bazen endişelerinin yersiz olduğu konusunda açıklama yaparken buluyordum kendimi. Böyle zamanlarda gerçekten anne-kız gibi olduğumuzu hissetsem de, bende onun çizdiği sınırı asla aşmıyor, sadece bazen kendimi tutamayıp yumuşak yanaklarını sıkıveriyordum.

Yine sağlıklı bir genç kız olmam için, özenle seçildiği belli yiyeceklerle donatılmış bir tepsi getirmişti. Muhtemelen cılız olduğumu düşünüyordu. Aslında bende akşamdan beri hiç bir şey yememiştim ve karnım çok acıkmıştı. Yataktan çıkmadan, tepsiyi kendime doğru çektim ve iştahla yemeye başladım. “Babanızın bu akşamda konukları olacak” dedi, koltuğa fırlattığım elbisemi kirlilerin yanına götürmek için toplarken. “Sence yemeğe katılmalı mıyım?” diye sordum, ağzımdaki koca lokmayı küçültmeye uğraşarak. “Bütün gün uyuduğunuza göre, belki siz de onlarla vakit geçirmekten hoşlanırsınız” diye cevapladı imalı bir şekilde. Geceleri kaçıp gittiğimi biliyor gibiydi ne zamandır, ama cesaret edip bunu yüzüme vuramıyordu. Aslında babamın konuklarından bahsetmesinin nedeni de, bir yandan kızarken bir yanda da rahatça kaçıp gidebileceğimi anlatmaya çalışmasıydı. Hem yanlış yaptığımı düşünüyor hem de mutlu olduğumu bildiğinden bana yardım etmeye çalışıyordu. “O halde biraz onlarla durup, daha sonra biraz bahçede oyalanabilirim” dedim gülümseyerek. Odadan topladığı kirlileri kolunun altına toplayıp çoktan boşalttığım tabaklarla dolu tepsiyi alıp “Siz nasıl arzu ederseniz küçük hanım” diyerek çıktı odadan.

Demek ki bu akşam ki kaçışım da sorun olmayacaktı. Zaten şimdiye dek hiç bir engelle karşılaşmamıştım. Babam kendi dünyasında, kendi arkadaşları, kitapları ile dolduruyordu günlerini. Benim ne yaptığımla öyle fazla ilgilendiği yoktu. Sadece yemekte bir araya geliyor, havadan sudan şeylerden bahsediyorduk. Açıkçası bu durumdan hiç de şikayetçi değildim. Uşağımız Albert babamın, annem öldükten sonra kendisinden başka kimseyle ilgilenmez olduğunu ve hayatı golf oynamak, kitap okumak, yemek yemek, uyumak ve arkadaşlarıyla buluşmaktan öte bir faaliyet içermeyen bir döngüye çevirdiğini söylemişti. Albert’da tıpkı Margaret gibi annemle babam evlendiğinden beri bizimleydi. Ama nedense babamın her işiyle bir tek o ilgileniyor, diğer hizmetkarları babamın kişisel hizmetine karıştırtmıyordu. Margaret bunun babamın özel isteği olduğunu söylemişti. Benim için bir problem yoktu, çünkü zaten evde iken gündüzleri ya uyuyor, ya kitabımla ilgileniyor, ya da bahçede uzun gezintilere çıkıyordum. Benim için asıl yaşam onun kollarına kavuşmak için bu evden çıktığım anda başlıyordu. O zaman kendimi özgür hissediyor, sanki evin küçük hanımı kimliğini bu evde bırakıp uzaklaşıyordum. Onunlayken küçük hanım olmak zorunda değildim çünkü. Yine içim heyecanla dolmaya başlamıştı. Bu gün yayınevine gitmiş olmalıydı ve akşama bir kutlama planlıyor olabilirdi. Bir anda mahzenden şarap aşırma fikrim aklıma geldi ve Margaret’in koltuğa bıraktığı giysileri giymeye başladım aceleyle...(28.04.2007)

Odadan çıktığımda ortalarda kimse yok gibi gözüküyordu. Herkes akşamki konukları en iyi şekilde ağırlamak için bir şeylerle uğraşıyordu muhtemelen. Böylesi benim için daha iyiydi, çünkü böylece gözükmeden mahzene inebilir ve bir kaç şişe aşırabilirdim. Merdivenleri yavaşça indim. Mahzene inen kapı hemen merdivenlerin altındaydı. Kapıyı usulca kapatıp karanlığa gözlerimi alıştırmak için biraz bekledim. Yanıma bir mum almayı akıl etmediğim için hafif bir öfke kabardı içimde. Duvara dirseğimi dayayarak tek tek basamakları inerken, az önce girdiğim kapının önündeki ayak sesleri ile irkildim. Kendimi tam bir hırsız gibi hissediyordum ve bu bana çok komik geldi bir anda. Altı üstü kendi mahzenimizden bir kaç şişe şarap alacaktım o kadar. Ama hayatı bir macera gibi yaşamak her zaman çok hoşuma gidiyordu. Sessizlik yeniden başladığında inmeye devam ettim. Aslında buraya sık sık geldiğim pek söylenemez. Çocukken beni bulmalarını istediğimde saklanmak için ideal bir yer olarak görmüş olsam da, karanlıkta tek başıma olmaktan çok hoşlanmadığım için, hep son anca vazgeçip odamdaki dolabın içine girerdim. Hatta bazen benim yokluğumu fark etmeleri o kadar uzun sürerdi ki saatlerce o dolabın içinde ter içinde beklediğim olurdu. Bir süre sonra zaten ne yaptığımı bildikleri halde, yine de sanki paniğe kapılmışlar gibi nefes nefese beni bulmuş numarası yaparlardı. O kavuşma anları çok hoşuma giderdi ama benim. Babam bana sarılır ve kucağına oturtup saçlarımı okşardı. Margaret ise ellerini sevinçle göğsünün üzerine kavuşturup babamla beni izlerdi gülümseyerek. O günleri çok özlediğimi düşündüm birden bire. Babamla o zamanlar daha yakındık birbirimize, birlikte vakit geçirirdik en azından. Neyse bunları düşünecek zamanım yoktu şimdi merdivenlerin sonundaki karanlık odacıktan dikkatli adımlarla geçip, mahzenin kapısına yöneldim. Burası oturduğumuz binadan ayrı bir bina olmasına rağmen babam evin içinden rahatça geçilebilmesi için yaptırmıştı bu kapıyı. Kapı her zamanki gibi kilitli değildi. Hiç bir zaman kilitli kapılar olmamıştı bizim evimizde zaten. Babam hiç hoşlanmazdı kilitlerden. Bende öyle. Duvardaki gaz lambasına gitti elim ama sonra yanımda onu yakacak bir şeyin olmadığını hatırlayıp raflara doğru yöneldim. Şarap içmeyi seviyordum ama, şaraptan pek anladığım söylenemezdi. Babamın saatler geçirdiği bu mahzendeki raflardan hangisinden seçim yapmam gerektiğine dair hiç bir fikrim yoktu. Rafların arasında dolaşıp üzerilerinde yazılı etiketlere bakmak istesem de bunun çok zaman kaybı olacağını düşünüp vazgeçtim. Dördüncü rafın, dördüncü sırasından başlayan dört şişeyi almaya karar verdim. Böylelikle dört dörtlük bir seçim yapacaktım. Ancak dört şişe ile görünmeden ve sessizce buradan çıkmam söz konusu olmayacak gibi görünüyordu. Bu nedenle iki şişenin yeterli olacağına karar verip, şişeleri iç eteğimin altına sokup ve iki elimle hafifçe tuttum. Bu şekilde karanlıkta merdivenleri çıkmak zor olacaktı. Ne diye şimdiden şişeleri saklıyorum ki, kapıya geldiğimde saklarım diye düşünerek, aptallığıma güldüm bir süre. Sonra şişeleri alarak geldiğimn yoldan geri döndüm. Kapının dışında ses olup olmadığını dinledim bir süre. Merdivenlerde de birileri olabilirdi. Ama sanırım şanslı günümdü ve hiç ses gelmiyordu. Şişeleri yeniden sakladım, ama bu şekilde de kapıyı açmak mümkün görünmüyordu. Yeniden bir tanesini çıkarıp koltuk altıma kıstırıp kapıyı açtım ve arkamdan kapatıp etrafı kontrol ettim hızlıca. Kimseler yoktu. Şişeleri etekliğimin altına sokup çıkartmaktan ter basmıştı gerçekten ve zaten kimse yoksa saklamaya da gerek yok diyerek odama doğru merdivenlerden hızlıca çıktım. Neyse ki kimseye yakalanmadan buraya ulaşmıştım. İki şişeyi de çıkartıp balkona saklamadan önce onları bir süre elimde tutarak akşamı hayal ettim. Çok güzel olacaktı bundan hiç şüphem yoktu. Tam o sırada kapının tıklandığı duydum. Panik halinde “bir saniye...” diye yanıt verip şişeleri aceleyle balkona bırakıp odaya döndüm ve kapıyı açtım. Gelen Margeret’dı. Konuklar gelmeden önce babamın benimle konuşmak istediğini söyledi. Sanırım biraz nasihat dinleyecektim. Acaba babam beni görmüş müydü? Şarapları çalarken ya da kim bilir belki geceleri kaçarken. Sakin olmaya çalışarak Margeret a geleceğimi söyledim ve nedense aynanın karşısına geçip yüz ifademi kontrol ettim. Olabildiğince sakin göründüğüme karar verdikten sonra, karşımda babam varmış gibi sahte bir gülümseme pozu verdim. Sanırım şimdi hazırdım. Az önce sekerek çıktığım merdivenleri, oldukça pervasız görünmeye çalışarak ağır ağır indim. Babam çalışma odasındaki her zamanki yerinde bir takım evrakları inceliyordu. Tek camlı ve bir büyütece benzeyen gözlüğünü sağ gözüne dayamış önündeki kağıt parçasına bakıyordu. Geldiğimi duyunca hafifçe başını kaldırdı ve oturmamı söyledi. Oldukça ciddi görünüyordu, ne söyleyeceğini merak etmeye başlamıştım. “Bir süre şehir dışına çıkmam gerekebilir” dedi başını yeniden kağıdın üzerine eğerek. Aslında babamın şehir dışına çıkması şaşırtıcı bir şey değildi ve çoğunluklada bunu bana bile söylemeden yapar, gittiğini evdeki hizmetkarlardan duyardım. Bu yüzden bu sefer bu kadar ciddi bir şekilde odasına çağırım söylemesine şaşırmıştım. Aslında neden gittiğini pek de merak etmiyordum, aklım bu gece yaşayacaklarımdaydı. “Tamam” diyerek sandalyeden kalkmaya hazırlanıyordum ki, babamın neden bir şey sormadığımı sorgulayan gözleri ile karşılaşıp yeniden sandalyeye yerleştim. “Şey çok uzun mu kalacaksınız babacığım” dedim, bir şey söylemem gerektiğini hissederek. “Evet” diye cevap verdi kesin bir sesle. Hafifçe başımı salladım. Ama sandalyeden kalkmamadan bir süre daha kalmam gerektiğini hissettiğim için, sessizce bekledim. “Bu defa her zamankinden daha uzun sürebilir” diye başladı babam söze yeniden. “Sahi mi?” diye sordum aptalca bir surat ifadesiyle, aslında bu beni çok ilgilendirmiyordu sanırım. “Yaklaşık 20 günlük bir gemi yolculuğu yapacağım ve ardından bir kaç gün kalıp yeniden aynı yolu döneceğim” dedi benden şaşırmamı bekleyerek. “Çok yorucu gözüküyor “ dedim ilgisizce ve “Peki nereye gidiyorsunuz?” diye sormayı akıl ettim nihayet. O da bu soruyu bekliyormuş gibi “Washington” dedi derin bir nefes çekerek. İlgilenmiyor olsam da babamın bu seyahate gönülsüz çıktığını hissetmiştim. İlgilenmiyor olsam da babamın bu seyahate gönülsüz çıktığını hissetmiştim. Neden gidiyordu acaba? Yeniden kağıdın üzerine eğilip okumaya başladığından bunu sormaya fırsatım olmamıştı. Bir anda benim varlığımı unutmuş gibiydi. Sessizce kalkıp odadan çıktım. Neyse ki konuşma akşamki toplantı ile ilgili değildi, babamın kafası da oldukça meşgul görünüyordu, bu da demekti ki akşam için bir sorun olmayacaktı.

Bir vardı bir yoktu çocukluğum

Dereler, tepeler dümdüz de değildi ama bilmem nasıl düşüverdim böyle bir masalın içine… Her rengin en güzelinin değil de, güzelin her renginin olduğu bir geçmişe dalıyor gözlerim. Hayatım bir film şeridi değildi şimdi gözlerimden geçip gidecek. Belki bana bile ait olmayan anılara sahip çıkıyor belleğim. Her kötünün yerine bir iyisini, her eskinin yerine bir yeniyi yerleştiriyor. Pembe panjurlu olmayan evimizdeki, pembe sohbetler gibi, uzun uzadıya her yemekten sonra… Annem “anne” diye seslendiğim iyi arkadaşım.

“Hadi” diyor annem “Yemek hazır”.

Sokak kapısının dışında bekliyor beni gerçeğim. İçeride bir evin bir kızıyım ben. Her sabah bu kapıdan çıkıp başka yaşamlara dalıyor sonra kendi düşüme dönüyorum yeniden.

Mutfağa yaklaştıkça mis gibi kokusu doluyor burnuma tarhananın. “Ne yapıyordun kaç saattir içeride?” diyor annem. “Hiç” diyorum. “Düşlüyordum”. Gülümsüyor, tabağıma dumanı tüten mis kokulu tarhanayı boşaltırken.

Sormuyor ne düşlüyordun diye. Sorsa anlatabilirmiyim bilmiyorum. Öyle hızlı akıyorki düşünceler kafamdan, birden çok kişinin aynı anda konuşması gibi takip edemiyorum tüm sesleri duymama rağmen.

Mutfağın duvarına tam yemek masasının hizzasında bir ayna var. Yemek yerken kendimizi seyredelim diye değilde daha çok mutfak genişlesin diye düşündü herhalde annem. Ama ben hep kendimi seyrediyorum aynada. Annem de seyrediyor bazen bana bir şeyler anlatırken göz ucuyla bakıyor mimiklerine nasıl görünüyor diye. Bazende yılları sayıyor sanırım yüzündeki çizgilerde, dalıyor çünkü gözleri, buğulanıyor bazen.

Bu ayna yıllardır bakıyor bize her konuştuğumuzu duyuyor her hareketimizi kaydediyor içine.. Onun arkasında sırları var .. bizim sırlarımız…Anneanneminmiş bu ayna “Taş ayna bu çok değerli” diyor annem. Çok değerli aynamızdan anneannemin, annemin ve benim sırlarımız dökülüyor yer yer.. O da yaşlanmış demek ki. Ama hepimizden genç duruyor pürüzsüz bir cildi var.. Tüm ağırlığını vermiş duvara her gün, her öğün bizi bekliyor. Anneannem şimdi bu aynanın öbür tarafından bakıyor belki bize. Belki insanlar ölünce aynanın öbür tarafından bakıyorlardır kimbilir.

“Yarın pazara gideyim” diyor annem. Sessizlikten sıkılmış olmalı. Kendi sesleriminden sıyrılıp ona bakıyorum. “İstediğin bir şey var mı?” diyor. “Yok” diyorum.

Ne kadar kısa konuşuyorum bu gün. Oysa hiç susmadığım zamanlar olur, kendim bile sıkılırım söylediklerimden, yorulurum. Bugün sesler içimde kalıyor, kelimeler hapis kaldılar ağzımda. Ben duyabiliyorum sadece.

Annem bazen çok kızdığında “Ben söylüyorum, ben dinliyorum” der. “Ben de” demek geliyor şimdi içimden.

“Senin bir derdin mi var” diye soruyor şimdi de. “Yok” diyorum. “Niye sordun” demek istemiyorum biliyorum ki cevabını.

“Sen neler yaptın bugün” diyerek sırayı ona veriyorum.

Çocukluğum nerede bu hikayede demeyin, yok çünkü.
Bir vardı bir yoktu çocukluğum.

2002

ELMA DERSEM ÇIK, ARMUT DERSEM ÇIKMA


Tarihteki pek çok konuya açıklık getiren ya da tarihte farkedemediğimiz noktaları düşünmemizi sağlayan yazı ve kitaplar genelde en çok okunanlar listesinde yer alıyor. Yenemediğimiz merak duygumuzdan olsa gerek bu tür konulara olan ilgimiz bilemiyorum. Ama zaman zaman ya bir dost sohbetinde ya da bir düşünme anında benimde aklıma takılır böyle konular.

Geçenlerde bir şeyler okurken birden bire meraklarımdan birinin neredeyse kontrolüm dışında dile gelmesiyle karar verdim bu yazıyı yazmaya. Bakalım daha neler dökülecek satırlara kendiliğinden..

Adem ile Havva'nın hikayesindeki yasak elma ile cenetten kovuluşlarını hepiniz hatırlıyorsunuzdur eminim. İşte tam bu noktada hikayenin özünden uzaklaşıp ağaçtaki elmaya takıldı düşüncelerim.

Elmanın tarihteki rolüne dair bir sürü hikaye canlandı gözümün önünde, zaten nedir bu elmanın hikmeti hiç anlamamışımdır.

- Kiminin başına düşer, dünyanın en temel kanunlarından birinin keşfi ile tarihe geçer,
- Bir ağaçtan koparılıp cenetten atılışa kadar gider,
- Bir prensesi zehirler, beyaz atlı gelene değin ölmüş süsü verdirir.

Gerçekten tarihsel bir değeri var, öyle rastgele sıradan bir meyve değil elma..

-Bir elmanın iki yarısı gibi- olunur mesela, armudun ya da karpuzun iki yarısı olunmaz. Belkide elmanın bizim bilmediğimiz kusursuz bir simetri özelliği vardır kimbilir.

Zaten elma ile armudu birbirine karıştırmamak lazım geldiği de atalarımızca ifade edilerek günümüze dek ulaşmış bir gerçektir, yadsınamaz.

Elma'nın Adem ile Havva'dan bu yana evrim geçirmemiş yagane bitki türü olduğu sonucuna da tüm bu tarihsel bulgulardan varabiliriz sanırım. Buna kimse itiraz edemez, ama renginin kırmızı olması koşuluyla... Zira tarihe geçmiş herhangi bir sarı ya da yeşil elma olduğunu sanmıyorum, ya da kimse sanmıyor, çünkü tüm bu anlatıları resimleyenler elmayı hep kırmızı boyuyorlar nedense...

Bir de hikayelerin sonunda sus payı olarak gökten düşen üç elma konusu vardır ki, anlatanın konuyu bağlamak üzere rüşvet olarak birini dinleyene, birine kendine yani anlatana, birini de hikayeyi uydurana vermesi adettendir. Bazı açgözlü anlatıcıların tüm elmaları kendine layık görmesini saymassak tabii.

Elma yanaklı olmak gibi bir fiziksel özelliği vardır bir de bazı insanların. Elmanın pürüzsüz kabuğu ve tatlı bir meyve olması sebebiyle sanırım. Tabi kırmızı olmasının ilk neden olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ancak sadece kırmızılık yanak olmaya yetseydi domates yanaklı deyimi daha etkili bir benzetme olarak kullanılabilirdi.

Birde elmacık kemiklerimizi vardır. Elma-cık olmasının nedeni üzerinde elma yanaklarımızı taşımasından mı yoksa elmanın heybetinden yoksun ama yine de karakteristik özelliklerini taşımasından mı kaynaklanıyor çözebilmiş değilim. Ama bu isim bir elma yanak taşıyıcılığından geliyor olsaydı elma-cık değil elma-lık demek daha mantıklı olurdu herhalde.

Bir de yeni yetme kızların büyüme belirtisi olarak elmaya benzetilir bazı uzuvları ki bu konuyu eski halk türkülerini dinleyerek yeterince kavramak mümkündür.

Elma kadar dilimize yerleşmiş bir başka meyve de armuttur. Ama elma kadar tarihsel bir geçmişi olmadığından daha ziyade benzetme ve deyimlerde görev almış, yardımcı meyve oyuncu olarak akıllarda kalabilmiştir.

Örneğin -armut dibine düşer- lafı genellikle çocukların ana ya da babalarından aldıkları olumsuz benzerlikleri ifade etmek için kullanılır. İyi de armut dibine düşer de, elma düşmek için altına gelip Newton'un mu oturmasını bekler.

Elma dibine düşmeyerek şöhretin yolunu yakalamış en cin meyve midir? Yoksa bu deyim elma sever atalarımızın armuda çamur atmak için uydurduğu bir tabir midir? Özünde armudun dibine düşmekten öte özelliği olmayan sıradan bir meyve olduğu mu vurgulamak istemişlerdir.

Bu ikinci görüşü destekleyecek daha pek çok deyim bulunmaktadır. Zira bu deyimlerin çoğunda armuda olumsuz bir mana yüklenmiştir. Örneğin Armut kafalı olmak, armut gibi bakmak, armut vücütlu kadın olmak bunlardan bir kaçıdır.

Hatta armudunda elmaya yetişmek için verdiği çabalar -armudun iyisini ayılar yer- denilerek yok edilmiş. Dibine düşmeyecek kadar akıllı armutların önünü ayıların kestiği ve yok edildikleri açıkça ifade edilmiştir.

-Armut piş, ağzıma düş- deyimi yine olumsuz bir özelliği ön plana çıkartarak, çaba sarfetmeden başarı kazanmak isteyen kişilere ithaf edilmiştir. Ya da yine atalarımızın bir başka çamur atma şekli olarak armutla alay edişlerinin bir ifadesidir. Yani özetle 'Ey dibine düşmekten başka yeteneği olmayan armut! ayılara yem olmak istemiyorsan piş ağzıma düş de görelim' demenin bir başka şeklidir.

-Armudun sapı, üzümün çöpü- deyimi ise yine atalarımızın ağzından 'Öküz altında buzağı arayanlar' için söylenmiş olumsuzluk ifadesi taşıyan bir başla özlü sözdür.

Atalarımızın elma ve armut arasında yarattıkları bu haksız rekabet çocuklukta oynadığımız oyunlara bile yansıyarak, saklambaç oyununda ebenin saklananları bulamaması için 'Elma dersem çık, armut dersem çıkma' parolasını kullanmamıza neden olmuştur.

Görünüşe bakılırsa atalar ve tarih nezdinde armudun elma karşısında hiç şansı kalmamıştır. Bu nedenle olsa gerek ki, armut intikamını çok yiyenlerin bağırsaklarını bozarak almaya çalışır. Elma ise tarihsel asaletine dayanarak, başta hazımsızlık olmak üzere pek çok sindirim problemine çare olarak şifalı bitkiler ve annelerin el kitabında hakettiği yeri çoktan almıştır.

Sevgiyle
Aylin Şahin 2007

Ne olacak bu noel babanın hali?


Geçen gün oğlumla aramizda geçen bir diyaloğu paylaşmak istedim sizinle..

Malumunuz yazılı/sözlü basının yanısıra aile/arkadaş sohbetlerininde konusu Ankara, susuzluk ve global ısınma olan bir dönem geçirdik. Geçirdik diyorum çünkü biz susuz değiliz ya artık globalleşen dünyamızın globalleşen su probleminide unutur gideriz nasılsa...

‘Susuz yaz’ döneminin başladığı zamandan bir süre sonra tatile çıktığımızdan, ailelerimizle yaptığımız telefon görüşömelerinde ‘merhaba, nasılsınız, sular geldi mi?’ gibi bir muhabbete girdiğimizden olacak ki oğlumun fazlasıyla dikkatini çekmiş konu.. Tam olarak hatırlamasam da kutuplardaki erimelerden ve sonuçlarından da epeyce bahsetmiş olacağız ki.. Oğlum sonunda yüzünde büyük bir endişeyle şu soruyı sordu bana :

‘Peki kutuplar eriyince Noel Baba ne yapacak? O evsiz mi kalacak?’ İlk önce neden Noel Babanın evsiz kalacağını anlamadığım için şaşkın şaşkın yüzüne baktıktan sonra, güleyim mi ağlıyayım mı şaşırdım. Ne olacaktı sahi bu Noel Babanın hali? Önce ‘Bize gelir merak etme’ diyerek geçiştirdim kendimce.. Sonrasında verdiğim cevaptan vicdan azabi duyarak, Noel Babanın evsiz kalmayacağını, çünkü onun evinin buzdan olmadığını sadece karların eriyeceğini söyledim. Aman bir rahatladı sormayin. 'Kar olmasada hediye dağıtabilir çünkü o uçuyor' dedi.

Keşke herşey bu kadar basit olsaydı diye düşündüm. Kutuplar eriyor, Noel Baba evsiz mi kalacak? dan öte bir endişemiz olmasaydı. Ama bu ‘susuz yaz’ lar Brezilya dizisine döndüğünde umarım Noel Baba bize hediye olarak bir bidon su getirebilir.

Herkese Yeni Eğitim Döneminde Başarılar Diliyorum
sevgiyle kalin
Aylink Şahin

Size hiç uçakta deterjan çıktı mı?

Geçenlerde ismi lazim değil bir vesileyle İstanbul'a gitmem gerekti. En hızlı ve konforlu gidiş geliş olarak da uçağı tercih ettim. Sabahın köründe kalkıp ulaştığım havalanından uçağa bindiğimde herşey yolunda ve herkesin gözleri uykudaydı.

Zaten kısa sürecek olan yol boyunca pencereden bulutları seyretmeye daldım. Standart hostes ve pilot anonslarının ardından, yarı kapalı gözlerimi camdan dışarı dikip yeryüzü şekillerini incelemeye koyuldum. Göz kapaklarım artık düşmeye hazırlandığında ise pilotun anonsu ile yeniden uyandım. Önce tam anlayamadığım anonsun özü şuydu.

‘15 A numaralı koltukta oturan yolcumuz bir adet 4 kg. lık Ariel Soft çamaşır Deterjanı kazandı’.

Uçak ve çamaşır deterjanı ikilisini bir süre kafamda birleştirmeye çalıştıktan sonra, bunun bir şaka olduğunu düşündüm ve gülmeye başladım. Ama hostesin deterjanı yolcuya doğru götürdüğünü görünce gerçek olduğunu anlamam uzun sürmedi :) Malum sabah rehaveti vardı henüz üzerimde..

Derken aklıma oturduğum yerden göremediğim yolcunun takım elbise giymiş ve önemli bir iş görüşmesine giden bir adam olabileceği fikri geldi ve senaryo kendi kendine kurgulanmaya başladı beynimde..

Düşünsenize sabah traş olmuş duşunu almış en temiz ve yeni takım elbisesini giymiş, şirketi için hayat memat meselesi olan bir konu hakkında görüşmek üzere bir başka şirkete giden bir adamsınız. Zaten günü birlik olan İstanbul ziyareti için yanınıza sadece evrak çantanızı almış, bagajsız uçmanın keyfini sürüyor, bir yandan da dosyanıza doldurduğunuz evrakları inceleyip konuşacaklarınızı gözden geçiriyorsunuz. Birden bire pilot 4 kg çamaşır deterjanı kazandığınızı söylüyor ve alımlı hostes hanım yüzünde koca bir gülümseme ile deterjanınızı kucağınıza bırakıveriyor.

Buyrun bakalım, zaten İstanbul keşmekeşinde havaalanından taksiye binip gideceğiniz yere zamanında ulaşmanız bile zor görünürken, tüm karizmanınızın üzerini kırmızı bir kalemle çizen 4 kg lık bir deterjan paketiyle başbaşasınız..

Diyelim uçakta iade yapamadınız, inince bir yere bırakırım deseniz havaalanı kadar güvenlik kontrolü yoğun bir alanda 4 kg deterjan paketini herhangi bir yere bırakamazsınız. Kesinlikle içinde bomba var zannederler. Zaten uçaktan indiğinizde yerde olanların bakışlarını üzerinize çektiniz elinizdeki koca deterjan paketiyle..

Nolucak peki..? Diyelim bindiniz bir taksiye.. Taksiciye ‘bana uçak da deterjan çıktı bunu size verebilir miyim?’ deseniz muhtemelen pek normal karşılanmaz.. Zaten evrakları incelerken planladığınız tüm konuşmalar bir anda uçup gitti kafanızdan ve beyniniz sadece bu paket üzerine yoğunlaştı.

Taksiden de indiniz. Yolun herhangi bir yerine bırakayım deseniz, yine bomba sanılma ihtimali var. E koca paketi yok kenarlarındaki küçük ağızlı çöp bidonlarınada sığdıramassınız. Geldiniz görüşme yapacağınız şirketin kapısına elinizde 4 kg deterjanınız ile. Onlara eve aldığınızı söyleseniz olmaz, hediye getirdiğinizi söyleseniz hiç olmaz. Hay ben bu deterjanın deyip yoldan geçen birine ya da bir dilenciye teklif etseniz zaten geç kaldığınız görüşmeye birde vereceğiniz kişiye dert anlatmak zorunda olduğunuzdan iyice gecikeceksiniz.

‘Ya kardeşim bak bu deterjan bana uçakta çıktı, vallahi içinde bir şey yok. Bir görüşmeye gideceğim. Al götür evinde kullan. Hayrını gör’

Yok böyle olmuyor, bedava dağıtılan mallara akın akın giden halkımız, takım elbiseli birinin elinden 4 kg lık deterjan paketi almaya gelince baş şüpheci olup çıkıyor. En iyisi bir telefon kulubesi bulup oraya bırakmak. İşte karşı kaldırımda bir kulube var. Telefon edecekmiş gibi ahizeyi kaldırıp paketi yavaşça yere bırakıyorsunuz ve hiç bir şey olmamış gibi telefonu kapatıp doğruca şirkete yönleniyorsunuz. Neyseki tam zamanında geldiniz. Siz zamanında geldiniz ama, şirket çalışanları henüz geldiklerinden biraz da orda bekliyorsunuz. Aklınız da pakette..



Neyse görüşmeye kabul edilip yarısı aklınızdan uçtuğu için kalan bilgilerle görüşmeyi vasat bir durumda tamamlayıp, dışarı çıktığınızdan bir de ne görüyorsunuz. Bomba imha ekipleri telefon kulubesini sarmış etrafdaki insanları uzaklaştırmaya çalışıyor.

Şimdi gidip ‘Ya bu deterjan bana uçakta çıktı bende mecburen ..’ diye başlasanız kesin sizi alıp götürürler saatlerce sorguya çekerler. Hiç bir şey olmamış gibi bulduğunuz ilk taksiye binip sabahtan beri deterjan stresi ve açlıktan kasılmış midenize ziyafet çekmek üzere bir restorana gidiyorsunuz ve dönüş yolculuğunda deterjan çıkan şanslı yolcu olmamak için dua ediyorsunuz.

Bütün bu senaryolar içinde kendi kendime eğlenirken benimde yolculuğum sona erdi. Ama 15 A da oturan yolcunun başına gerçekten neler geldi hiç bilmiyorum.

Sevgiyle Kalin
Aylink Şahin

Şikayet etmeye hakkımız var mı?



Dün bir sohbet sırasında anlatılan ve beni düşünmeye zorlayan bir kısa konuya değinmek istiyorum müsadenizle..

Henüz tanıdığım bir olan anı sahibin anlattıklarını aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum ;

"Ben eskiden bankalar, işyerleri, mağazalar vb yerlerde memnun olmadığım bir durumla karşılaştığımda hemen bir şikayet mektubu yazardım. Ancak bir gün yine bir yerde başıma şöyle bir olay geldi.

Bir bankada müşteri hizmetlerimden memnun kalmadığımdan, daha şubeden çıkmadan bir dilekçe ile şikayetlerimi bildirmeye karar vermiştim. Oralardan edindiğim bir kalem ve kağıtla sinirimi kağıda geçiriyordum ki, görevli bir arkadaş yanıma geldi ve ne yazdığımı sordu. Bende detaylı olarak şikayetimi kendisine tanımladıktan sonra, bunu yazılı olarak da bankalarına iletmek üzere bir dilekçe hazırladığımı söyledim. Görevli yüzünde sakin bir gülümseme ile,

"Peki bankamizda hiç memnun olduğunuz bir uygulama yok mu?" diye sordu.

Düşündüm evet vardı aslında bir çok bankada olmayan pek çok hizmeti oldukçada kaliteli veriyorlardı.

"Var." dedim öfkemin yerini şaşkınlığa bırakmış bir ses tonuyla.

"Peki onlar için hiç teşekkür mektubu yazıyor musunuz?" diye sordu bu kez.

"Hayır." dedim aynı şaşkın ifadeyle,

"O halde.." dedi henüz tamamlayamadığım dilekçeme uzanıp alırken, "...bunu yazmaya da hakkınız yok o zaman."

O gün bugündür, bir şikayet mektubu yazmaya hazırlanmadan önce takdir edilecek hizmetler için bir giriş yapmayı ya da sadece takdir etmek amacıyla da dilekçeler yazmayı ihmal etmedim"

Aslına bakarsanız bu anıyı dinlerken bende aynı o kişinin yüzündeki şaşkın ifadeyle kendimi sordum '"Ben yazıyor muyum teşekkür mektubu?". Cevabım "Hayır" oldu.

Eğitim kurumunda çalışan bizlerin en iyi bilmesi gereken kuralların başında olumsuz değil olumlu davranış pekiştirme olması gerekirken, bunu sadece çocuklara özgü bir metodmuş gibi algılayıp hizmet sunan şirket vb ile yetişkinlerde işe yaramazmış gibi algılamamız ne garip.

Evet bende bu güne kadar bana iyi hizmet veren tüm kurum/kuruluş/kişi ve şirketlere gecikmiş bir teşekkürü borç bilirim. :)

Sevgiyle Kalin
Aylink Şahin

Salı, Aralık 15, 2009

Bir gülümseyişin öyküsü..

Geçmişim nerede biter, nereden başlar gelecek,
ne sen sor, ne ben söyleyeyim.
Sınırlarımı suya çizerim ben.
Ne ben bulabilirim onları bir daha, ne de sen


Gün çoktan sırasını almıştı geceden, aralık perdeden sımsıcak gülümseyişi değdi yanağına. Gözkapakları yavaş yavaş aralandığında parlak bir ışıktan başka bir şey göremedi önce, pırıl pırıl bir temmuz sabahına uyanmıştı. Saate baktı, “öğlen olacak neredeyse” diye geçirdi aklından. Sonra gülümsedi, “bu gün tatil”. Çocukluğundan beri şu sabah uykularına öyle düşkündü ki bıraksalar her gün öğlene kadar uyurdu. Okul yıllarında babasının onu her sabah nasıl zor uyandırdığı geldi aklına. Zavallı adam işe gitmeden önce bir kaç kez gelip seslenmek zorunda kalırdı uyanması için. Uyandırılmaktan ne kadar nefret ettiğini düşündü ve ardından o sabah kendiliğinden uyanmanın verdiği keyifle gerindi. O yataktan kalkıp giyinene kadar bir yarım saat daha geçmişti herhalde. Tam odadan çıkarken ceviz el oyması sandığa takıldı gözü.

“Canım annem”, diye geçirdi aklından. “Bu gün ona bir mektup yazayım”.

Kahvaltısını hazırlarken iki yıl önce yabancı olduğu bu şehre ve bu eve ne kadar alıştığını düşünmeye başladı. Eşyaları Ankara’dan kamyona yüklenirken en çok da o çok sevdiği ceviz sandık için dil dökmüştü adamlara. Onu battaniyelerle sarmış, sarsılmayacak ve çizilmeyecek bir yere yerleştirmelerini tembihlemişti sıkı sıkı. Kendi kendine gülümsedi, annesini düşündü yeniden. Mutfak kapısının camına yansıyan görüntüsüne doğru gitti yavaşça, bir zaman kıpırdamadan kendi gölgesini seyretti hayranlıkla. Tıpkı anneme benziyorum, bu fikirden oldum olası hoşlanırdı. Gözlerim ve gülüşüm aynı annem. “Bir kızım olsaydı”, diye düşündü. “Acaba o da benzermiydi bana?”. Uzun dalgalı saçları rüzgarda uçuşan, hüzünlü bakışları olan bir kız çocuğu geldi gözünün önüne. Tek katlı evin avlusunda yüzünü ellerinin arasına almış, tek başına oturan biz kız çocuğu. “Bir kızım olsaydı”, diye tekrarladı yüksek sesle; sonra küçük kızın hayali dağılıp gitti. Ertesi günün yine bir iş günü olduğu geldi aklına birden bire; canı sıkıldı. Kalkıp masayı toplamaya koyuldu. Şu yan odadaki Enver Bey’in de bir küçük kızı var diye düşündü garip bir endişe duyarak. Acaba annesine benziyor mudur? Benziyor mudur acaba?

Bir fincan çay alıp pencerenin yanındaki koltuğa oturdu. Ne rahattı bu koltuk, ilk gördüğünde bayılmıştı zaten. Insanı sarıveren kocaman bir kucak gibi. Akşamdan sehpanın üzerinde unuttuğu not defterini ve kalemini aldı. Bembeyaz bir sürü sayfa; sanki düşünceleri kendiliğinden kağıdın üzerine akıverecek gibi hissetti birden. Her gece yatmadan önce yatağının altında sakladığı günlüğüne karaladığı satırlar geldi aklına. Bembeyaz yüzlerce sayfayı doldurmuştu yıllar boyunca; kimse bilsin istemezdi yazdıklarını. Bu yüzden saklamakla yetinmeyip biriktirdiği harçlıklarıyla, üzerinde pembecik çiçekler olan kilitli bir hatıra defteri almıştı kendine. Sonra o deftere yazdığı ilk günde anahtarı bir türlü nereye saklayacağına karar veremeyişi geldi aklına. Biri o yokken defteri bulsa bile en azından içindekileri okuyamamalıydı. Öylesine de ufak bir anahtardı ki kendi bile kaybedebilirdi onu. Odasında yaptığı kısa bir araştırmanın ardından, en emin yerin yerdeki eski kırmızı halının altına dikilecek küçük bir cep olduğuna karar vermişti. Ama halı öylesine kalın ve sertti ki parmakları delik deşik olmuştu, zar zor bulduğu kumaş parçasını dikerken. Sonra kimsenin aklına gelmeyecek bir yol bulduğu için tebrik etmişti kendini. Birden dışarıdan gelen acı bir fren sesiyle irkildi. Saçları uzun dalgalı bir kız çocuğu sokaktan aşağı yuvarlanıp giden topun ardından caddeye fırlamış ve aniden duyduğu şiddetli sesin etkisiyle korkmuş olacak ki şöförün panik halinde onu yatıştırmaya çalışmasına aldırmadan ağlıyordu.

“Ağlama kızım..” demişti babası “..bak ben yanındayım”. Ne kötü bir kabustu o gece gördüğü. Babasının tütün kokan elleri yanağından akan sıcaklığı silerken yeniden uykuya dalmıştı bile.

Kızın annesiydi herhalde şu şöföre bağırıp duran kadın. “Ev kadını olmalı” diye düşündü. Elleri kireçli sulardan, yıkayıp temizlemelerden sertleşmiş, her zaman yorgun ve sinirli bir evkadını. Kadın ağlayan çocuğun kolundan tutup hızla yürüyüp gitti. Araba çocuğa dokunmamıştı bile. Şöför de kendi kendine bir şeyler söyleyerek arabasına binip uzaklaştı.

“Annem her zaman çok sinirli, bazen onu hiç sevmiyorum demişti”, kapı komşuları Aslı. Bazen açık pencereden annesinin onu azarlayışını duyardı, istemeden.

“Neden söz dinlemiyorsun bilmiyorum ki Mahsus mu yapıyorsun? Sana kaç defa söylemedim mi? Akşam baban gelsin, ben biliyorum sana yapacağımı.”

“Anneciğim vallahi bir daha yapmayacağım. Ne olur söyleme babama.”

Aslı ne çok korkardı babasından. Oysa ufak tefek, gözlüklü sakin görünüşlü bir adamdı babası. Hatta bir gün annesini dövüp, sonra da çekip gittiğini duyduğunda çok şaşırmıştı. Aslının annesi hiç üzülmemişti geri dönmediğinde. Hatta Aslı, annesinin kendisine bir cicibaba bulacağını söylediğini bile anlatmıştı. Insanın kendi babasının yerini tutarmıydı ki bir başkası; ya annesinin? Tekrar kucağındaki beyaz sayfalara baktı. “Hayır kimse tutamaz”, diye düşündü. Hele annesinin yerini kimse tutamaz.

“Merhaba anneciğim,

Uzun zamandır yazamadım biliyorum, ama hep aklımdasın inan. Hatta az önce bile seni düşünüyordum. O arka odanın duvarındaki kocaman gülümseyen siyah beyaz resmin geldi aklıma şimdi. Yirmi-yirmibeş yaşlarındaydın herhalde o zaman. Taptaze gençlik kokan bir genç kadın. Güneşin karanlığa teslim oluş saati yaklaşıp, tül perdelerin gölgesi yüzüne yerleştiği zaman bile gülümsemendeki o canlılık hiç kaybolmazdı. Merak etme; iyiyim ben. Bugün geçmişin tatlı esintileri dolaşıyor damarlarımda o kadar. Sanırım babam ve sen evlenmeden önce çekilmiş bir fotoğraftı o. Babam, sana hep ilk görüşte aşık olduğunu anlatırdı bana. Hatta dedemin seni başka biriyle evlendirmek istediğinde senin itiraz edişinden gururla bahsederdi. Eğer başka biriyle evlenmiş olsaydın nasıl bir babam olurdu acaba; başka bir baba, başka..”

Aslı’nın cicibabasını ilk defa görüdüğünde ondan hiç hoşlanmamıştı. Babası da Aslı’lara eskisi kadar sık gitmesini istemiyordu artık. Bazen bütün gün öğlene kadar televizyon seyrediyordu tek başına. Bazen de taş avludaki kocaman kiraz ağacına kulağını dayayıp, üstünde gezen minik karıncaların ayak seslerini duymaya çalışırdı, saatlerce hiç sıkılmadan. Karıncaların ayak seslerini duyan biri var mıydı acaba. O bir kez duymuştu galiba, ama rüyasında mıydı gerçek miydi şimdi hatırlayamıyordu. Korkmadığını biliyordu ama, hiç korkmamıştı düş bile olsa.

“...Hatırlarmısın anneciğim; bazı geceler kabuslar görürdümde sen hep beni sıcacık göğsüne bastırıp, uyuyana dek yanımda kalırdın. Hani o kapı komşumuz teyze her gece rüyama gelip, ev işlerinden nasırlarmış elleriyle yüzümü acıtarak okşayıp “zavallı ana kucağına hasret yavrum”, diye severdi beni de kan ter içinde her uyandığımda, hep senin sıcaklığını bulurdum başucumda. Bütün korkum uçar giderdi o zaman. Uyuyana dek ayrılmazdın başucumdan. Hatta bir ara, neredeyse her gece ağlayarak uyanırdım gecenin o kör karanlığına. Artık böylesine düşler görmüyorum. Uykularım daha düzenli ve huzurlu. Babamı hatırlıyorumda o da zaman zaman gözleriyle hep “zavallı bir yavrucak”mışım gibi bakardı bana. Oysa o da ağlardı bazen, ama hep saklamaya çalışırdı gözyaşlarını. Ben de daha fazla üzülmesin diye görmemiş gibi yapardım. Cebinden ütülü mendilini çıkartır, üşütmüş numarasıyla bir kaç kuru öksürüğün ardından burnunu siler ve bir sigara yakardı. Ne çok sigara içerdi babam. Çoğu geceler ardı arkası kesilmeyen öksürük seslerini duyardım ve üzülürdüm onun için. Üniversitede benim de sigara içtiğimi öğrendiği zaman sadece “Yaşamdan bu kadar çabuk kopmak istiyorsan bile, her zaman bir geriye kalan olacağını hatırla ve her nefeste yaşamının bir kaç dakikasını çalan bu yalancı dosttan vazgeç”, demişti bana. O zaman babamın yaşamdan kopmak için mi sigara içtiği sorusu takılmıştı aklıma; ama bunu sormaya cesaret edememiştim. Yalancı dost... Sigaranın nasıl bir dost olarak görülebileceği fikri ise çok garip gelmişti o zamanlar. Oysa şimdi her bunaldığımda bu yalancı dosta sığınıyorum ben de. Ne garip.

O komşu teyzeden gerçekten korkardım. Her an bağırıp azarlamaya başlayacakmış gibi gergin bir hali vardı. Bir kere zavallı Aslı’yı karnesinde kırık olduğu için öyle bir dövmüştü ki, kızcağız morluklarından utandığı için iki gün dışarı çıkamamıştı. Cicibabası “bu kız okumayacak herhalde”, diye annesine baskı yapmış ve “bari bir meslek sahibi olsun” diye ilkokuldan sonra kız meslek lisesine yazdırmışlardı onu...”

Ortaokula ilk yazıldığı günü hatırladı, ne çok heyecanlanmıştı. Artık kocaman bir kız oldun demişti müdür, sevgiyle başını okşayarak. Sonra babasıyla bir şeyler konuşmuşlardı, o, duvarlardaki kocaman resimleri ve içleri yazı dolu çerçeveleri merakla incelerken. Insanlar ne diye yazıları çerçeveletip duvarlara asarlardı ki? Onların evinde bir tek sokak kapısının üstünde, anlayamadığı garip şekillerden oluşmuş bir yazı vardı çerçevelenmiş. Babası onun Tanrı’nın sözü olduğunu söylediğinde, Tanrı’nın niye böyle garip bir dil kullandığını merak etmişti. Acaba sadece çocukların anlamayacağı bir dil miydi bu? Büyüdüğünde o da babası gibi ne yazdığını okuyabilecekti belki de. Okuldan ayrıldıktan sonra, birlikte sokağın sonundaki o küçük dükkandan müdürün verdiği listedeki kitaplarla kapaklarında capcanlı resimler olan defterler ve rengarenk kalemler almışlardı. Öyle çoktular ki, ikisi beraber zor getirmişlerdi eve. Babası faturaları ayırıp, o gün yapılan masrafları daima yanında taşıdığı küçük mavi defterine listelerken, o da sevinçle kütüphanesinin yarı boş raflarına yerleştirmişti hepsini, özenle.

“...Dün alışveriş yaptım biraz, biraz da şu kullanılmış eşyaların satıldığı naftalin kokulu dükkanları dolaştım. Şu bizim arka oda gibi kokan dükkanlar. Insanlar anılarını başkalarına satıyorlarmış gibi gelir bana nedense bu dükkanları gördüğümde. Biliyor musun ne buldum bir tanesinde? Bizim şu emektar televizyonumuz vardı ya; hani ne zaman hava bozsa görüntü bir kaybolur bir gelirdi, hatırladın mı? Televizyonun başına geçip de, o konuları birbirine benzeyen gözü yaşlı annelerin ve çocukların filmlerini seyrederdim de, her defasında ağlamaktan gözlerim şişerdi. Canım babam işten geldiğinde beni öyle görünce hemen anlardı yine film seyrettiğimi. Beni dizine oturtur “Ağlama yavrum.” derdi “Bak ben yanındayım”.

Bir gün kucağında bir demet kırmızı gülle gelmişti eve. Sonra onları özenle oturma odasındaki soluk vazonun içine yerleştirmişti . Şaşkınlığımı farketmiş olsa gerek; beni yanına oturtup senin kırmızı gülleri ne kadar çok sevdiğini anlatmıştı. Siz evlenmeden önce de hep kırmızı güller alırmış sana. Şimdi ne zaman kırmızı güller görsem hep seni ve babamın o derin sevgisini hatırlarım. Ankara’yı özlüyorum bazen, çocukluğumu da özlüyorum, bu şehri de seviyorum ama, bu kaldırımlar çocukluğumun ayak izlerini hiç bilmiyor Hiç tanıdık yüzler yok şimdi bu sokakta. Çocukluğumun tek şahidi o eski aile albümünü karıştırıyorum zaman zaman. Sımsıcak sevgi dolu gülümseyişler. Hep babam ve sen..”

“Bu kızın gülüşü aynı annesi”, demişti o eski aile dostumuz, yıllardan beri görmediği babama hasretle sarıldıktan sonra. Aynı annem... Sımsıcak bir gülümseyiş, annem gibi... Sonra gözlerinde o bakışı görmüştü, “zavallı çocuk”. Yoksa bütün büyükler annesinin bir zavallı olduğunu düşünüyorlardı da ona benzediği için mi böyle bakıyorlardı? Babasının, otobüs durağının yanında dilenen üstü başı parçalanmış kadının yanındaki elleri ve yüzü kirden görünmeyen çocuğu gördüğünde “zavallı çocuk”, diye mırıldandığını işitmişti bir kere. Oysa çocuk gülüyordu. Annesinin omuzuna kirli elini koymuş, gökyüzünde uçuşan kuşlara bakarak gülümsüyordu işte... Annesinin yanında gülümsüyordu... Kirli yüzündeki gülümseyişi gerçekti işte... Annesi gibi gülmüyordu oysa; benzemiyordu bile annesine... Ama gülüyordu...

“...Ne zamandır gülümseyerek uyanıyorum uykularımdan. Düşlerim beni korkutmuyor artık. Mutlu hissediyorum kendimi anneciğim, çok mutlu... Dün gece karanlıkta dansettim bir başıma. Rüzgar oldum, ateş oldum, dost oldum, düşman oldum. Yaşamı o andan ibaret sayıp bir başka bedende şekillendirdim dansımı. Zehir oldum, güneş oldum, yakaran bir kul oldum. Her bir kıvrımda ben oldum, dolu dolu, yalnızca ben. Nefes nefese, ter içinde durduğumda, gün oldum, geceye doğdum huzurlu bir yorgunlukla. Müziğin o büyülü mabetinden sıyrıldığımda, sessizce bir sigara yaktım karanlıkta. Uçuşan ateş böcekleri gördüm. Kıvrım kıvrım dumanlar üfledim, durgunluğuna inat o anın. Dansın resmini çizdim geceye. Gölgeler kıskandılar heyecanımı, pişmanlıklar korktular coşkumdan. Sonra bedenimi teslim edip uykuya, rengarenk bir düş oldum. Düşümde evlendiğimi gördüm; hani üniversitedeyken sana her gece anlattığım arkadaşım vardı ya, Serhat. Işte onunla evlendiğimi gördüm. Bembeyaz omuzlarımı açıkta bırakan bir gelinliğim vardı, Saçlarımdaki dalgalar omuzlarıma dağılmıştı, başımdaki beyaz çiçeklerin arasından. Herkes oradaydı, herkes... Aslı, annesi, cicibabası, babam, arkadaşlarım. Bir sen yoktun nedense. Bir ara parlak camların ardındaki bir gölgeyi sana benzettim; bir gülümseyiş gördüm hayal meyal, ama sonra kaybolup gitti. Öyle mutluydum ki anneciğim. Hep gülümsüyordum; senin gibi sımsıcak gülümsüyordum. Serhat’ın gözlerinde sevgiyi gördüm. O ise kendi gibi gülümsüyordu bana. Yalnızca kendi gibi...”

Serhat’la üniversiteye başladığı yıl tanışmışlardı. Içinden hep martılar havalanıyormuş gibi gelirdi onunlayken; kıpır kıpır bir titreyiş yayılırdı bedenine. Akşamları dersten sonra birlikte bir yerlere gider, upuzun sohbetler ederledi. Onu bir tek Serhat anlıyormuş gibi gelirdi. Hep gülümserdi Serhat; konuşmadığı zamanlarda gözleri gülümserdi. Aslı ile tanıştırmadan önce, “Hayata geçirmediğim fantezilerimin içinden çıkmış biri gibi”, diye tanımlamıştı duygularını. Tanışınca Aslı’da çok sevmişti Serhat’ı. Herkes sevmişti tanıyınca, ama en çok da kendi sevmişti.

“... Babam Serhat’la çok sık görüşmemden rahatsız olmuştu hatırladın mı? Bir türlü anlayamıyordum sebebini. Oysa düşümde babam da çok mutlu görünüyordu. Hatta bir ara yanımıza gelip bir şeyler söylemek istedi de gözyaşlarını tutamayıp uzun uzun ağladı. Bir sen yoktun anneciğim düşümde, bir tek sen gülümsemiyordun...”

Telefonun çaldığını farketti aniden. Vakit de akşam olmuştu neredeyse. Vücüdunun uyuştuğunu hissederek kalktı koltuktan.

“Alo... Ah, Aslı senmisin?... Yolculuk nasıldı?... Yok uyumuyordum, gel tabii. Haydi bekliyorum”

Telefonu kapatıp koltuğun üzerine bıraktığı sayfalara baktı. Güneş karanlığa teslim olmak üzereydi. Gidip koltuğa oturdu yeniden. Karşıdaki duvara dikti gözünü. Annesi yine yüzüne düşen gölgelere aldırmadan gülümsüyordu, sımsıcak. Uzanıp kalemi aldı.

“ Burada kesmek zorundayım anneciğim. Daha sonra yine uzun-uzun yazarım sana. Daima aklımdasın, seni seviyorum.”

Yazdıklarını özenle katlayıp yatak odasına geçti. Etejerin çekmecesinden üstünde yalnızca isim yazan bir zarf çıkartıp, mektubu içine yerleştirdi. Bir müddet bekledi, zarfı göğsüne bastırıp. Sonra gidip ceviz sandığın kapağını kaldırdı. Aynı isme yazılmış yüzlerce zarfın üstüne bıraktı elindeki sonuncuyu. Sandığın kapağını kapattı. Uzanıp etejerin üstündeki fotoğrafı aldı eline. Sevgiyle seyretti.

Telefon yeniden çalmaya başladı. Elindeki fotoğrafı bırakmaya fırsat bulamadan, koşarak oturma odasına geçti.

“Efendim?... Serhat?... Ne zaman dönüyorsun? Seni çok özledim... Peki hayatım, yarın akşam görüşürüz o halde... Bende seni seviyorum, hoşçakal”

Pencerenin yanına gidip, günün son aydınlığında elinde tutuğu resme baktı. Bembeyaz gelinliğinin açık yakasından uzun dalgalı saçları dökülmüştü omuzlarına. Serhat sevgiyle gülümsüyordu, “yalnızca kendi gibi”. Gidip üstünü değiştirmeden önce annesinin çerçeveli büyük resmine baktı son bir kez ve cama düşen kendi gölgesine bakıp gülümsedi mutlulukla.

Aylin KOSOVAERI
Ağustos, 1995

Çarşamba, Mayıs 06, 2009

AYNA

Kışın korkunç soğuğunun, ortalığı bembeyaz bir buz tabakasına çevirdiği günlerden biriydi. Sokaklarda pek fazla kimse yoktu. Herkes hazırlıklarını tamamlamış evlerine çekilmişti bile. O da koltuğunun altına kıstırdığı çam fidanıyla birllikte hızlı adımlarla eve gidiyordu. Neredeyse bir haftadır bugün için hazırlanıyorlardı. Tam bir yıl olmuştu işte, dolu dolu bir yıl daha bitiyordu. Her zaman önünden geçip gittiği antikacı dükkanına geldiğinde yavaşladı. Vitrinde gördüğü eski taş aynaya takılmıştı gözü. Aynanın toz bağlamış yüzeyine baktığında kendi görüntüsü yerine bir başka yüz görümüştü sanki. Cebinden kendi küçük aynasını çıkardı, baktı ve “İşte bu benim”, dedi içinden. Sonra yeniden vitrindeki aynaya baktı. İyice şaşırdı. Çünkü bu kez görünen yüz deminki değil bir başkasıydı. Ve bir kaç dakika sonra bir başkası belirdi. Sanki etrafındaki herşey yok olmuş gibi kıpırdamadan öylece aynaya bakıyordu. Bu arada dükkan sahibi de onu farketmişti. Dışarı çıkıp “Bir şey mi arzu etmiştiniz?”, dedi. Aynaya öyle dalmıştı ki adamı duymadı bile. Dükkan sahibi tekrarladı “Bir şey mi arzu etmiştiniz?”. Yavaşça kafasını kaldırdı. Gözleri kocaman açılmış, yüzü kireç gibiydi. Dudaklarını kıpırdattı, ağzından bir kaç anlamsız sözden başka bir şey çıkmadı. “Bir şeyiniz mi vay bayım, doktor çağırayım mı?”, dedi dükkan sahibi telaşla. “Hayır, hayır gerek yok, ama... ama şu ayna..şu ayna da garip bir...” “Ahh, demek onu beğendiniz, bende bir şeyiniz var diye korktum. O aynanın oldukça uzun bir geçmişi var. Sevgilisi savaşta ölen bir soylu kadına ait olduğu söylenir, tabii ne kadar doğru olduğunu bilmem. Sonra elden ele bu güne kadar gelebilmiş işte. Onu bana satan müşterim uğursuz olduğunu ve ondan kurtulmak istediğini söylemişti. Ama siz bunlara inanmayın tabii.. Bakın bir yıldır vitrinde duruyor, hiç kötü bir olay gelmedi başıma, hatta işlerim açıldı bile diyebilirim”.
“Lütfen dinleyin beni, bu ayna normal değil. Baksanıza şuna görmüyormusunuz”, dedi dili dolaşarak.
“Beyefendi alacaksanız gelin konuşalım, almayacaksanız meşgul etmeyin lütfen. Gayet normal ve eski bir ayna işte, zaten değeride fazla değil. Hatta dükkanımdaki en ucuz maldır.”
“Yani görmüyor musunuz? O insanları görmediniz mi?”
”Hadi işinize gidin artık, iyigünler.”
“Durun, aynayı alıyorum ne kadar demiştiniz.”, dedi telaşla ve aynayı alıp çıktı dükkandan. Eve gidene kadar paketi açmamak için zor tuttu kendini. Karısı yüzünde tatlı bir gülümsemeyle açtı kapıyı “Merhaba hayatım, geciktin biraz?” Elindeki paketi ve fidanı yere bırakıyordu ki salonun hızla açılan kapısından fırlayan oğlu bağırmaya başladı. “Ne aldın babacığım? Söylesene ne var bunun içinde?” “Senin için bir şey değil canım, ama seni de unuttum sanma”, dedi cebinden çıkardığı minik paketi oğluna uzatarak. Çocuk paketi alıp sevinçle geldiği gibi koşarak salona girdi. Karısının meraklı bakışlarını farketmesine rağmen fidanı salonun ortasındaki büyük saksının içine yerleştirene kadar bir şey söylemedi. Nihayet paketi elleri titreyerek açarken ise, tüm olan biteni anlattı bir çırpıda. Kadının yüzündeki merak yerini garip bir endişeye bırakmıştı. Yavaşça oturduğu yerden kalkıp, sanki iğrenç bir şey tutuyormuş gibi tozlu aynayı aldı. Bir müddet bir şey söylemeden baktı aynaya. Adam sanki gözlerini kırparsa bir şeyler kaçıracakmış gibi büyük bir dikkatle karısının yüzüne bakıyordu. “İlaçlarını aldın mı bu sabah?”, dedi kadın sanki hiç bir şey olmamış gibi tek düze bir ses tonuyla ve aynayı adama geri verip mutfağa doğru gitti. Bu tepki üzerine şaşıran adam aynayı alıp koşarak karısının peşinden mutfağa girdi “Ne ilacı, görmedin mi yani, hiç bir şey görmedin mi?”. Kadın artık tedirginliğini belli eden bir sesle “Hayır”, dedi “Hiç bir şey görmedim. Sanırım son günlerde çok fazla yoruldun”. Eve geldiğinden beri ilk defa aynaya baktı yeniden. Uzun sarı saçları olan bir kadın ruj sürüyordu. Üstünde yakası açık siyah bir elbise vardı. Birden aynanın arkasını çevirip bakma ihtiyacı hissetti. Sonra karısına baktı tekrar. Suratında, geldiğindeki o tatlı tebessümden eser kalmamış, kafasını kaldırmadan salata yapıyordu.

Elbette birilerini görüyordu o. Bunun yorgunlukla ilaçla falan da bir alakası yoktu. Evet bir müddet sinir tedavisi görmüştü ama, çoktan geçmişti o günler. Doktor, “Artık iyisin”, demişti, “Yalnızca ilaçlarını düzenli kullanmaya devam et”. Kullanıyordu da zaten. Sert bir haraketle dönüp yatak odasına girdi. Kadın hızla kapanan kapıya baktı, sonra koluyla yüzündeki ıslaklığı sildi. Demek yine başlıyordu, demek daha bitmemişti.

Aynayı özenle komidinin üstüne yerleştirdi. Bu defa yalnızca boş bir oda gördü. Pembe duvar kağıtları, ortadaki tek kişilik pirinç karyola, ve şu kapının arkasında ki, aralık kapısından elbiseler dökülen fransız usulü dolaba bakılırsa burası bir kadının yatak odası olmalıydı.

Odanın kapısı çalındı. “Babacığım içerdemisin?”. Sanki gizlemek ister gibi aynayı çekmeceye yerleştirdi telaşla ve cavap verdi “Gel hayatım buradayım”. Çocuk elinde tuttuğu küçük mavi arabayı uzatarak “Bunun daha büyüğünu ne zaman alacaksın babacığım” dedi. “Biraz daha paramız olunca tabii, ve aldığımızda da ilk iş olarak da sen ve ben içine binip gezeceğiz”, dedi çocuğun başını okşayarak. “Annem bu yüzdenmi ağlıyor”, dedi çocuk meraklı gözlerle babasının titreyen ellerine bakarak. Diyecek bir şey bulamadı bir an “Hayır sanmıyorum, haydi gidip bir bakalım istersen. Belki ona yardım etmiyoruz diye üzülmüştür”, dedi ve minik elinden tutup odadan çıkardı çocuğu. Aklı aynada kalmıştı oysa.

Kadın salatayı yapmış salondaki masaya yerleştirmişti bile. Onları görünce gülümsedi. “Haydi bakalım yemeklerimiz hazır”, dedi çocuğu kucaklayıp sandalyeye oturturken. Yemekte pek fazla konuşmadılar, Sessiz bir gerginlik vardı masada. Çoçuk “O pakette ne vardı babacığım?”, dedi sessizlikten sıkılmış görünerek. Kadın adamın cevap vermesine fırsat vermeden, masadaki boş tabakların birini alıp, hızla mutfağa gitti. Karısının ardından bakarken “Bir ayna”, diyebildi sadece. Çocuk bu cevaptan tatmin olmuş görünmüyordu “Annem niye kızıyor peki?”, “Kızmıyor tatlım, sana öyle gelmiş”, dedi ve masadan kalkıp karısının yanına gitti. “İyiyim ben, gerçekten iyiyim”, dedi müşfik bir ses tonuyla. Kadın artık ağladığını gizlemeden “Yarın doktorunu bir arasan iyi olur”, dedi. Ümütsizce “Peki, ararım” deyip salona döndü. Çocuk masadan kalkmış halının üzerine yaydığı oyuncaklarına dalmıştı. Boş masaya baktı isteksizce. Sonra bir kaç tabak alıp mutfağa döndü yeniden. “Yarın tatil” dedi. “Doktoru öbür gün ararım”. Bir şey demedi kadın, sessizce yanından geçip salona girdi ve dağınık masayı toparlamaya koyuldu. Adam bir suç işliyormuş gibi yatak odasına gitti. Çekmeceyi açıp aynayı çıkardı. Uzun esmer bir adamla, daha önce gördüğü kadın ellerini kollarını savurarak bir şeyler tartışıyorlardı. Kavga ediyorlar herhalde diye düşündü. Sonra aynayı kucağına bıraktı korkuyla, “Aman tanrım yoksa karım haklı mı? Yoksa o düşler yeniden mi başlıyor?”. Şu yaşadığı gerçekmiydi yoksa bir düşmüydü? En nihayetinde bir aynaydı şu elinde tuttuğu, yalnızca eski bir ayna. “Peki nasıl?.. Nasıl?”. Aynaya baktı tekrar, adam kadını omuzlarından tutmuş sarsıyordu, sonra hızla dolaba doğru itekledi. Kan... Dolabın parlak kapağınde kan gördü. Adam kapıyı vurup çıkmıştı. Kadın dolabın önüne yuvarlanmıştı. Sarı saçlarındaki şu kırmızı leke kandı. Yoksa ölmüş müydü? O adam kadını öldürüp hiç bir şey olmamış gibi çekip gitmişti. Aynayı sımsıkı tutup sallamaya başladı, “Bayan uyanın!”. Ama kadın kıpırdamıyordu bile. Daha şiddetli sallamaya başladı. “Uyanın...Uyanın lütfen” O sırada odanın kapısı açıldı, karısı korku dolu bir çığlık attı ve koşup aynayı adamın elinden aldı. “Sanırım o öldü”, diyebildi adam. Kadın aynayı yatağa fırlattı ve yanına oturup ellerini tuttu. Endişe dolu bakışlarla, “Kim?, kim öldü?”, diye sordu. “Adam... onu öldürdü ve gitti”, diyebildi sadece. “Kimi öldürdü?”, diye tekrarladı kadın. Birden karısının sevgi dolu gözlerini farketti . Başını kadının omuzuna dayayıp bıraktı kendini. “Sanırım haklısın doktora gitmeliyim.”

Ertesi sabah uyandığında, yanında karısını bulamadı. Saate baktı, öğlene geliyordu. Gözünü tavana dikip, kendi kendine konuşmaya başladı. “Bu bir cinayet... Onu gördüm... Kan vardı, gördüm... Zavallı kadın...”. Sıkıntılı bir şekilde kıpırdandı yatakta. “Bunlar düş değil.. Biliyorum, değil”. İçeriden karısının ve oğlunun sesini duydu.

“Anne, babam hasta mı?”,
“Hayır canım, sadece biraz yorgun. Bu yüzden sessiz olalım ki dinlenebilsin”

“Dinlenmek” diye geçirdi aklından. “Evet, belkide dinlenmeliyim. Peki ya o kadın... Belki de ölmemiştir, bayılmıştır belki de”. Hızla yataktan fırladı ve gözleri aynayı aradı. Ayna, tuvalet masasının üzerinde ters bırakılmış öylece duruyordu. Yavaşça bir adım attı ve aynayı aldı. Önce gözlerini kapadı “Tanrım, umarım ölmemiştir”, diye geçirdi içinden ve sonra aynayı çevirip baktı. Orta yaşlı, önlüklü bir kadın elindeki kirli bezle sağı solu siliyordu. Dolaba baktı, kan falan görünmüyordu. Odadaki eşyalar da yerli yerindeydiler. Sonra birden kendi yüzünü gördü. Ani bir refleks ile bir adım geri attı ve yatağın üzerine oturdu. Aynadaki yüz kendisiydi. Tuvalet masasındaki aynaya döndü heyecanla. Aynı yüz. İlk kez aynada kendi görüntüsünü gördüğünde bu kadar heyecanlanıyordu. Bunu düşünmek komik geldi. Gülümsedi. Sonra birden yüzünde ki ifade donuklaştı ve aynaya baktı yeniden. Gözlerinin altı çökmüş ve yüzü bembeyaz olmuştu. “Yorgunum” dedi yüksek sesle. “Sanırım gerçekten yorgunum”. Aynayı büyük bir özenle aldığı gibi yerleştirdi tuvalet masasının üzerindeki yerine ve dönüp yatağa girdi. İçeriden ufak tefek tıkırtılar dışında ses gelmiyordu. Uzanıp karısının yastığını kendine doğru çekti ve sarıldı. Derin bir nefes alıp yastığın kokusunu içine çekti. “Korkma ben iyiyim, sadece biraz yorgunum”, dedi fısıldayarak. “Yorgunum ve biraz dinlenince hepsi geçecek...”. Kaslarının gevşediğini hissetti. Göz kapakları ağırlaştı.

Kapıya bakıyordu. Biraz sonra kapı yavaşça açıldı ve içeri karısı girdi. “Saçların...” dedi adam şaşkınlıkla “...ne zaman boyadın?”. Kadın cevap vermedi. Kan kırmızısı bir ruj sürmüştü dudaklarına. Sonra yeni duymuş gibi, “Hayatım saçlarım hep bu renkti benim”, dedi hoş bir sesle ve gelip yatağın kenarına oturdu. Sarı dalgalı saçları, siyah elbisesinin açık yakasından omuzlarına düşmüştü. “Çok güzelsin” dedi adam, ellerini avucuna aldığı karısına. Kadın sesini çıkarmadan gülümsedi. Kıpkırmızı bir gülümseyiş... Sonra hızla yatağın kenarından kalktı ve tuvalet masasının üzerinde duran aynayı aldı. Kadın ayağa kalktığında saçından sızan kanı farketti adam, büyük bir korku duyarak. Bir şeyler söylemeye çalıştı başaramadı. Yalnızca bir elini karısına uzatmış, donup kalmıştı. Kadın aynayı korkunç bir kahkaha atarak başının üzerine kaldırdı ve hızla yere attı. Sonra adama dönüp kıpkırmızı gülümsedi yeniden. Ayna paramparça olmuştu. Artık bağırmak istiyordu, son bir gayretle zorladı kendini ve haykırdı “Neden....?”.

Gözlerini açtığında karısının şaşkın ve korku dolu bakışlarıyla karşılaştı. Hala yastığa sımsıkı sarılmış olduğunu farketti. Kan ter içinde kalmıştı. “Kabus görmüş olmalısın” dedi karısı. “Saçların...” diyebildi sadece adam. Kadın soru soran bakışlarla elini saçlarına götürdü ve gülümsedi. Sımsıcak gülümsedi hem de. Sonra “İyimisin?”, dedi eliyle adamın yanağını okşayarak. “Evet, sanırım rüya görüyordum”, dedi adam. “Evet” diye yineledi karısı “Sanırım kötü bir rüya”. Cevap vermedi adam, karısının yanağıında duran elini tuttu ve “Seni seviyorum” dedi gülümseyerek. “Ben de”, dedi kadın. “Hadi artık kalk ve giyin, sana nefis bir kahvaltı hazırladım”. Annesinin sözünü dinleyen bir çocuk edasıyla “Peki” dedi ve doğruldu yataktan. Karısı odadan çıkarken saçlarına baktı arkasından, kahverengi düz ve uzun saçları vardı kadının.

Giyinip salona geçtiğinde, kızarmış ekmeğin enfes kokusu doldu burnuna. Kahvaltı sofrası gerçekten nefis görünüyodu . Büyük bir iştahla oturdu masaya. Az sonra elinde çaylarla karısı geldi gülümseyerek. Kahvaltıda oldukça neşeliydiler. Sonra bir müddet televizyon seyrettiler birlikte. Ancak bir kaç saat sonra, çocuğun sıkıldım diye ağlamaya başlaması üzerine, kadın çıkıp biraz dolaşmayı teklif etti. Canı hiç istemedi dışarı çıkmayı. Bu yüzden “Siz gidin, ben biraz kitap okuyacağım” diyerek reddetti bu teklifi. İtiraz etmedi kadın ve çocuğu alıp çıktı.

Onlar gittikten sonra ilk aklına gelen ayna oldu adamın. Odaya gidip aynayı aldı ve hiç bakmadan salona döndü. Kanepenin yastıklarını düzeltip uzandı ve kendini görmek için dua ederek aynaya baktı. Aynaya bakmasıyla yattığı yerden fırlaması bir oldu oysa. Daha önce kadını hırpalayıp, itekleyen adam odanın içinde telaşla dolaşıyor ve belli ki bir şeyler arıyordu. Oda da ondan başka kimse yoktu. Tüm çekmeceleri tek tek açıyor ve içindekileri sağa sola fırlatıyordu. Daha fazla bakamadı ve aynayı hızla ters çevirdi. Bir müddet bir şey düşünemeden kaldı. “Hayır, bunlar gerçek olamaz. Böyle bir şeyin olması mümkün değil. Düş bunlar, evet, düş olmalı”, dedi kendi kendini ikna etmeye çalışır gibi. Bir yandan kendini kötü hissediyor. Diğer yandan aynayı çevirip bakmak için, içinde dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Ani bir kararla çevirdi aynayı ve birden adamla göz göze geldi. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Tanınmaktan korkan biri gibi aynayı yüzünü göremeyeceği bir yöne çevirdi hızla. Adamın da onu görmüş olabileceği düşüncesiyle ürktü birden. “Ya gördüyse...?” Sonra bunun çok saçma olduğunu düşündü. Artık kendini kontrol edemiyordu. Aynayı kanepenin üzerine bırakıp salonda bir tur attı. “Mantıklı olmalıyım” diyordu kendi kendine. “Mantıklı olmalıyım, bu yalnızca bir ayna... Peki kim bu insanlar..? Kim?”. Adamın gözleri geldi aklına ve bir ürperti hissetti yeniden. Saklanacak bir yer arar gibi çevresine bakındı. Sonra aynayı alıp kanepenin minderi ile iskeletinin arasına sakladı. “Artık beni göremezsin” dedi rahatlamış bir sesle. Heyecandan elleri titriyordu. Gidip bir sakinleştirici aldı. Koltuğa oturdu ve gözlerini kapadı. İki gündür yaşadıklarını düşündü. Sanki bir başkasının hayatına ait olaylar gibi geldi düşününce. Sanki bu beden bile ona ait değildi. Pecereye yaklaşıp, gökyüzüne baktı. Parlak bir öğle vaktiydi. Bir gün önce yağan kar donmuş ve sanki güneşle yarışımışcasına parlıyordu. Dışarısı, insanların nefeslerini görebilecekleri kadar soğuktu oysa. Aklı aynadaydı sürekli, ama dikkatini dağıtmak için damlaraki buz tutmuş suların yarattıkları garip şekilleri incelemeye ve onları değişik insan tiplerine benzetmeye çalıştı. Bir müddet sonra sıkıldı bundan ve aynayı hatırladı. Sonra odaya arkasını dönmek, tehlikeli olabilirmiş gibi hissedip, hızla geri döndü ve gözlerini telaşla odanın içinde gezdirdi. Aynadaki adam her an bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi hissetmeye başlamıştı nedense. Kanepeye doğru gitti yavaşça. Elini uzattı, durdu ve sonra vazgeçti. Birden telefonun sesiyle irkildi ve açmakla açmamak arasında tereddüt etti. Telefon bir kaç kez daha çaldıktan sonra sustu. Bir daha çalmayacağından emin olana kadar bekledi ve yeniden kanepeye uzandı. Yavaşça aynayı sakladığı yerden çıkarııyordu ki kapının açıldığını duydu ve telaşla elini geri çekip, kendini koltuğa attı.

Karısı ve oğlu neşe içinde salona girdiler. İkisininde burunları soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Çocuk koşarak babasının kucağına zıpladı ve neler yaptıklarını bir bir anlatmaya koyuldu. “Çok soğuktu, donduk” dedi karısı sonra ve “Sen ne yaptın?”, diye sordu. “Hiç, sadece biraz kitap okudum ve uzandım”, dedi dağınık kanepeyi gösterek. Sesindeki suçluluk duygusunu karısının hissedip hissetmediğini anlamak için, bir müddet durup kadının gözlerine baktı. Kadınsa bir şey demeden çocuğu da alıp üzerine değiştirmeye gitti.

Ertesi gün saatin çalan sesi ile uyandığında tüm kemiklerinin ağrıdığını hissediyordu. tatil bitmiş ve yeni bir iş günü daha başlamıştı. Karısı yine ondan önce kalkmış ve giyinmişti. Bu gün hiç işe gitmek istemediğini düşündü ve yorganı kafasına çekip uyumaya hazırlandı yeniden. Karısı içeri girdiğinde yeniden uykuya dalmıştı bile. “Hadi hayatım geç kalacaksın, uyan artık” diyerek sarstı kadın onu. Kafasını yorganın altından çıkartıp “Sanırım hastayım, telefon edip bu gün gelemeyeceğimi söylermisin” dedi yorgun bir sesle. “Neyin var?” diyerek ateşini kontrol etti kadın. “Bilmiyorum her tarafım ağrıyor, gidebileceğimi sanmıyorum” diyerek inledi. “Peki o zaman arayıp gelemeyeceğini söylerim. Ben çıkıyorum, ufaklığı kreşe bırakacağım, yataktan çıkma ve kendine dikkat et, akşama görüşürüz” deyip adamın alnına bir öpücük kondurdu ve dışarı çıktı.

Sokak kapısının kapandığını duyar duymaz, kalktı ve salona geçti ve aynayı sakladığı yerden çıkarttı. Kendi kendine “Bu gün düş görmeyeceğim”, deyip, oyalanmadan baktı aynaya. Bu defa gördüğü gerçekten sedece kendi yüzüydü. Mutlulukla gülümsedi. “Biliyordum, yalnızca yorgunluktanmış işte” diye düşünürken, karısının sesiyle irkildi. “Hasta olduğunu sanıyordum” dedi kadın gergin bir sesle. Diyecek bir şey bulamadı bir an, şaşırmıştı. “Geçti”, dedi sonra kendini toparlayıp sevinçle, “Artık düşler görmüyorum”. Kadın gelip hırsla aynayı aldı adamın elinden ve “Bu yüzen mi hasta numarası yapıyordun? “, diye sordu. “Hayır, gerçekten iyi değilim, hem ben senin..” “Gittiğimi sanıyordun değil mi?”, diye böldü kadın adamın sözünü. “Cüzdanımı unuttuğumu farkettim”, dedi ve elinde tuttuğu aynayı göstererek “Sense bu lanet olası aynayla başbaşa kalabilmek için hasta numarası yapıyordun” diye bağırdı. Artık adam da sinirlenmeye başlamıştı. Kadın hiç durmadan bağırıyor ve söyleniyordu. Oysa o sadece, artık düzeldiğini ve düş görmediğini anlatmaya çalışıyordu. Sonunda dayanamadı ve “Kes artık” diyerek kadını omuzlarından tutup sarsmaya başladı. Kadın susmuyordu, artık ne söylediğini bile duyamaz hale gelmişti. Sadece açılıp kapanan ağzını görüyordu. Sert bir hareketle omuzlarından tuttuğu gibi geriye doğru itti onu. Kadın bir anda kütüphanenin önüne yığılmış kalmıştı. Başından sızan kanı gördü...Kan...

Karısı “Hadi artık uyan, saat çalalı çok oldu”, diyerek uyandırdı adamı. Bir an nerede olduğunu algılayamadı. Yine kötü bir rüya gördüm sanırım diye düşündü ve karısına bir şey söylemeden kalktı. “Artık gördüklerimin düş mü yoksa gerçek mi olduğunu ayırdedemiyorum” diye geçirdi aklından giyinirken.

Son bir kaç gündür, bir kez olsun aynayı düşünmemişti. Karısının tüm ısrarlarına rağmen doktorunu aramamakta inat etmiş ve kendini iyi hisettiğini söylemişti. Ayna, hala kanepede sakladığı yerde duruyordu. Uykuları düzene girmiş ve rengi yerine gelmişti. Karısı aynanın nerede olduğunu sorduğunda ise, onu aldığı yere iade ettiğini söylemişti. Gerçekten de niyeti buydu. O ayna yüzünden, korkunç bir hafta sonu geçirmiş ve yılbaşı gecesi de burunlarından gelmişti. Ama bir türlü fırsat bulup aynayı karısına göstermeden alamamış ve dolayısıyla da iade edememişti. Artı dükkan sahibinin geri almak isteyip istemeyeceğini de bilmiyordu. Sonra aynayı aldığı gün aynanın lanetli olduğundan ve bir önceki sahibinin de iade ettiğinden söz ettiklerini hatırladı. Önce demek ki bende iade edebilirm diye düşünüyordu ki, bir anda “Acaba o da mı görüyodu?” sorusu beynine saplanıp kaldı. Eğer öyle ise bunlar düş değildi. Eğer öyleyse ise, belkide gördükleri gerçekti. Eğer gerçekse bu da hasta değil demekti. Karısını bunların gerçek olduğunu inandırabilirse... Bu düşünce bütün gün kafasını meşgul etti, durdu.

O gece karısı uyuyana kadar bekledi. Aynaya son bir kez daha bakmaya kararlıydı. Eğer, kendinden önceki sahibi de bir şeyler görüp, bunları düş sandıysa bu ayna da, gerçekten bir şey var demekti. Ama ne, onu bilemiyordu? Karısının uyuduğundan emin olduktan sonra yavaşça yataktan çıktı ve sessizce salona gitti. Aynayı günlerdir durduğu yerden çıkarttı. Sokak lambasının ışığından faydalanmak için cama yaklaştı. Yine kalp atışları hızlanmıştı. Boş olan elini sanki yavaşlatmak istiyormuşçasına kalbinin üzerine koydu. Biraz bekledi. Bir türlü bakmaya cesaret edemiyordu. İçinden üçe kadar sayıp, sonra bir anda bakmaya karar verdi. Bir... İki... Üç...

Boş odanın ortasındaki tek eşya olan sandalyeye oturmuş aynaya bakıyordu. Bu defa aynadaki görüntü karısına aitti. Kadın ağlıyordu. Sonra adamlar geldiler ve evdeki tüm eşyaları bir bir taşıdılar. Son parti eşya da çıkarken, karısı birkez daha dönüp gözlerine baktı ve çocuğun elinden tutup çıktı ve kapıyı da arkasından kapattı. O günden sonra aynada gördüğü tek görüntü kendi yüzü oldu. Artık gördüğü düş değil gerçekti. Gerçek bir yüz.

Pazar, Mart 01, 2009

Ah bu iş yerleri (3)

Alaylı bilgisayarcılığımın alaya alınacak ilk zamanlarında Ticari Paket üreten bir yazılım şirketinde işe başlamıştım.

Bilmeyenler için söylüyorum Ticari Paket Program işletmelerin günlük ve dönemlik tüm hareketlerinin bilgisayar üzerinde takip edildiği programlara deniyor. Bu ve benzeri bilgisayar programı üreten firmalara ise yazılım şirketi.

Bu başlangıç ciddi olarak bilgisayarlarla ilgili tarihimin temel taşı idi. Öyle çok bir şey bilmiyordum. Daha önce bahsettiğim Yasin Bey sayesinde hatmettiğim MS Office Yazılımları dışında bir alt yapım yoktu. Şirketin sahipleri ODTÜ Endüstri Mühendisiliğinden mezun bir karı-kocaydı. Necati bey bilişim piyasasında oldukça etkin bir karakterdi. Bu şirkette yaşadıklarım ve öğrenciklerim bugünkü meslek hayatımın oluşmasını sağladı.

İşe alınma sebebim DOS tabanlı olarak çalışan ticari paketin “Yazılım ve Dokümantasyon Sorumlusu” olmamdı. Bunun anlamı yazılımın uzun süredir piyasada olmasına rağmen yazılmamış kullanım kılavuzlarını yazmak ve yazılımın testlerini yapmaktı. Evet program satılıyor ve yoğun bir şekilde de kullanılıyordu, ama test ve dokümantasyon gibi bazı temel eksiklikleri vardı işte. Bunları tamamlama görevide nacizane bana verilmişti.

Yazılım testi gerçekten zevkli bir işti. Ne de olsa işin özünde başkalarının yaptıkarı hataları bulmak ve bunu onların yüzlerine vurmak ve dahası bunun için bir de maaş almak vardı. Sağolsun şirketteki yazılımcı arkadaşlar hep bana iyi davransalar da eminim didik didik testler yaparak bulduğum hataları gördükçe ırkıma sevgilerini yolluyorlardı. Hata olarak değerlendirdiğim durumları kurumiçi kullanılan bir Hata/İstek veritabanına giriyor ve yazılımın her fonksiyonunu tek tek test ediyordum. Tabi bunu yapabilmek için öncelikle gerçek ya da gerçeğe yakın işletme senaryoları bilmek, belirli verileri yazılıma işlemek gerekiyordu. Cari, çek-senet haraketleri nedir bilmeyen benim gibi biri için bunları öğrenmek, eğitim aldığım işletme bölümünün aslında ne kadar yüzeysel bilgilerle bizi doldurduğunu anlamama neden olmuştu. Burada öğrendiklerim sonucunda işletmenin aslında dört yıllık bir bölüm değil sadece master bölümü olması gerektiğine inancım kuvvetlendi. Şirkette teori olarak bildiğim işletmelerin gerçek hayatta nasıl olduğunu, muhasebenin te cetveli ve 100 Kasa, 120 Alıcılar, 320 Satıcılar gibi hesaplardan çok daha derin olduğunu keşfettim. Dahası sadece hesap kodlarından oluşan özel bir dille muhasebecilerle nasıl konuşulacağını ve muhasebecilerin alışkanlıklarını ne kadar zor değiştirebildiklerini öğrendim.

Test ettiğim ilk modül stok modülü idi.

Yazılımlarda belirli bir işlemin yürütüldüğü bölümlere (örn. Banka,, kasa, bordro vb) modül deniyor. Bunun ay modülü vb bir takım uzaysal terimlerle bildiğim kadarı ile bir bağlantısı yok.

Yazılıma pek çok stok hareketi girip, raporların doğru çalışıp çalışmadıklarını kontrol ediyordum. Mal alıyor, mal satıyor, fatura kesiyor, iade ediyordum. Zevkliydi çünkü bu iş bana bir çeşit strateji oyunu gibi gelmeye başlamıştı. Test amaçlı girdiğim tüm harteketler belirli bir mantık zinciri içinde işlemeliydi ki, gerçek bir firma gibi davranabileyim. Tabi test sadece olağan kullanım kriterlerinden ibaret değildi. Yazılımın sağlamlığının testi için son olarak imkansızları denemek gerekiyordu. Olmayacakları yapmaya çalışmak. Zaten işin özünü öğrenene kadar benimde tek yaptığım buydu.

Bütün modülleri test edip yazılımı gözüm kapalı kullanabilme aşamasına geldiğimde, titrimde yer alan ismin ikinci bölümü başladı. Dokümantasyon...Şimdi ezbere bildiğim bu yazılımı ekran resimleri ile birlikte, hiç bilmeyenlere öğretmek üzere yazmam gerekiyordu. İşte bu kısım pek eğlenceli değildi. Yazılımı hiç bilmeyen bir kullanıcının, sadece benim yazıklarımı okuyarak programı kullanması gerekiyordu. Bu dünyayı kurtarmak gibi bir şeydi ama ne yazık ki tanıdığım hiç bir kullanıcı (ben dahil) uzun uzun yazılmış kullanım kılavuzlarını okuyacak kadar sabırlı olmadığı gibi, pek çoğu sorarak öğrenme, deneme yanılma, destek hattı arama gibi daha iletişimsel yollara başvurduğundan, bunca emek edilen kılavuzlar sağda solda sürünüp en sonunda çöpü boyluyordu. Ama ben o zamanlar yazılım repertuarı zengin olmayan bir arkadaş olduğumdan bu acı gerçeğin farkında değildim. Bu yüzden kendimi kahraman gibi hissediyordum.

O dönemde bağlı olduğum şefim Nilsu yıllardır bu şirkette yazılımcı olarak çalışan, alanında ve ticari mevzuat hakkında alt yapısı zengin biriydi. Eminim şirketin müşterisi olan firmaların işleyiş ve yapısını o şirketlerin Genel Müdür’lerinden bile daha iyi öğrenmişti. Çünkü şirkette sadece standart paket yazılımları üretilmiyor, müşterilerin taleplerine göre özel yazılımlar oldukça dolgun fiyatlar karşılığında hazırlanarak yazılımlara entegre ediliyordu.

Standart Paket Yazılımı : Kutusu ile vitrinden aldığınız ve her kutuda aynısı olan bilgisayar programları

Aynı türden ek yazılım taleplerinin çoğalması durumunda bu eklentiler standart pakete dahil ediliyor ya da "zaten burada yapılmışı var" mantığı ile diğer firmalara satılıyordu. Nilsu daha çok işin bu özel yazılım kısmıyla ilgilendiği için firmaları çok daha iyi analiz edebiliyor ve ihtiyaçlarına göre yönlendirebiliyordu. Müşteri desteği için de özel bir bölümü olan şirkette bu tür özel yazılım talepleri olduğunda kullanıcı desteğini de yine yazılımcılar vermek zorunda kalıyordu. Destek birimi sadece standart paket ile ilgili telefonlara yanıt veriyor yada yerinde eğitim ve destek hizmeti veriyordu. Yani bir çeşit evlere servis gibi...

Bende işin dokümantasyon kısmına geçmeden önceki test aşamasında Nilsu’dan gerçekten çok şey öğrenmiştim.İş yazmaya geldiğinde bana kullanım kılavuzu yazmanın acı ama en temel gerçeğini en başından açıklamıştı “Kullanıcının embesil olduğunu düşünmelisin”. İlk söylendiğinde kulağa çok itici gelen bu cümle ne yazık ki pratikte çok doğruydu. Çünkü yazılım üzerinde yapılan işlemler sırasında, yazmayı unuttuğunuz “Şimdi enter/return tuşuna basınız” cümlesi kullanıcının kaydı ekrana girip saatlerce bir şey olacak diye beklemesine neden olabiliyordu. Netekim “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” olduğundan, yazılımı satın alan kullanıcılar benim yazdıklarımı okuyarak öğrenme sorumluluğunu da almış oluyorlardı. İlk satış sonrası firmalara eğitimler veriliyordu, verilimesine ama koca yazılımı bir anlatışta toparlayacak ve başına geçip takır takır kullanacak babayiğit çok fazla çıkmadığından, müşteri firma çalışanları kullanım kılavuzlarını tozlu raflardan indirmek durumunda kalıyorlardı. Çünkü şirketimizden telefon desteği almak öyle bedava bir hizmet değildi.

Tüm bu nedenlerden dolayı bir yıl boyunca hayatımı kaydıran kullanım kılavuzu yazma işi A4 boyutunda (bir dosya kağıdı) dokuz cilt bir ansiklopedik seriye dönüştüğünde artık benim için birer “kıllanım kılavuzu” haline gelmişler, titrimi de “Yazılım Dokumantasyon Sorunlusu” olarak anmama sebep olmuşlardı. Yani yazarının bile kim olduğu bilinmeyen bir ansiklopedi yazmıştım tam 365 günde. Yazmakla da kalmamış tüm kılavuzu matbaanın istediği formata çevirmiş, dizgisini yapmış ve hatta günlerce matbaa da mesai yaparak önbaskı, kapak tasarımı ve benzeri bilimum işin peşinden koşmak zorunda kalmıştım. İşi zamanında bitmezse Necati Bey bu iş için harcadığı parayı maaşımdan kesmekle tehdit ediyordu beni. Yapar mıydı bilmiyorum, ama sinirlendiğinde çalışanlarına masasındaki bilimum kırtasiye malzemesini fırlatma kabiliyetine haiz bir kişilik olduğundan tehditleri bile beni korkutmaya yetiyordu.

İnternet maceramda yine bu şirkette yapmak zorunda kaldığım işler sayesinde başladı. Ben zaten bugün ne biliyorsam yapmak zorunda kaldığım için biliyorum. Yani birileri beni zorlamasa bişey öğreneceğim yokmuş herhalde.

O dönemde hayatında hiç internet görmemiş, hatta cümle içinde bile kullanmamı isteseler anlamını çıkartamayacak olan ben, bilgisayarıma yüklenen “Hot Dog Pro” isimli bir yazılıma günlerce bakarak ne yapacağımı düşünmek zorunda kalmıştım. Çünkü Necati bey şirket içinde kullanılmak üzere kapalı bir yazılım yardım sistemi kurmamı istemişti benden. Belki o ne istediğini biliyordu ama ben bilmiyordum. “Hot Dog Pro” programı her düğmesine tıklandığından ekrana garip kodlar yazan bir şeydi. Evet şeydi, çünkü o şeylerin ne olduğuna dair hiç bir fikrim yoktu. Günlerce bön bön programa bakıp “Allah, allah”lar çektikten sonra, nasıl keşfettiğimi hatırlamadığım şu temel bilgiye ulaştım. “Hot Dog Pro”da kod yazılıyor, o zamanlar bildiğim tek “browser (internet gezgini)” ile de hazırlanan kodlar internet sayfası halinde görüntüleniyordu. Yani bir çeşit işaretleme dili idi bu, ben yazıların başlarına işaretleri yazıyordum “sen paragraf ol, sen koyu ol” browser da bu işaretleri anlıyor “Tamam abla ben bunu hallederim” diyerek ekranda istediğim gibi gösteriyordu. Ne gereksiz bir durum. Word de yazdığım her şey güzel güzel oluyordu da, bu internete niye illa bir şeyi kırk takla atarak anlatmak gerekiyordu bir türlü anlayamamıştım. Ayrıca ben kod yazmayı nereden bileyim, elimde kaynak bile yok..

Nasıl olduysa bilmiyorum bir şekilde HTML – Hyper Text Markup Language denen internet sayfaları hazırlamak için kullanılan bu dili adını sanını bilmeden deneme-yamulma yöntemiyle Hot Dog Pro sayesinde öğrendim ve gerçeğini hiç görmediğim internet sayfaları hazırlamaya başladım. Yaptıklarım şekillendikçe kendimle duyduğum gurur ve özgüvenim yükselmeye başladı. Hatta öyle bir noktaya gelmiştim ki “Hot Dog Pro”yu bırakıp Note Pad ile ezbere kod yazmaya başladım. Zaten bir daha da Sıcak Köpek gibi absürd isimli bu programa ihtiyacım olmadı. Kendi çapımda bir mucize yaratmıştım. Hatta ufak dağları benim yarattığıma inanacak noktaya gelmiştim ki, gerçek internetle tanıştım. O zamanlar sadece statik, yani hareketsiz düz yazı ve resimlerden oluşan internet sitelerini görünce anladım ki benim yaptığım Picasso’nun tabloları yanında üç yaşındaki oğlumun yaptığı resimler gibi kalıyordu. Uyduruktan üç beş HTML kodu ile bu işin olmayacağını anladığımda mesai saatlerinin iş bitince bittiği ve mesai saatleri içinde dışarı çıkmanın yasak olduğu bir şirkette gizlice dergi cd lerinden indirdiğim grafik programlarını kurcalamaya başladım.

Yani bu azmin temelinde yatan gerçeği size de açıklamak isterdim ama maalesef bende bilmiyorum. Sadece hoşuma gitmişti, zevkliydi, yaratılanlar somuttu, seyircisi tüm dünya olan bir oyun sahnelemek gibiydi internette bir şeyler yaratmak ve yayımlamak.Bunun büyüsüne kapıldım sanırım. Dört yıl üniversitede aldığım eğitimi bir kenara bırakıp da bu işi meslek edinmemin nedeni de bu sanırım. "Para kazandığın işi sevmeye çalışma, sevdiğin işten para kazan" her zaman meslek ilkem olmuştur zaten. Aslında tamamen tesadüfi bir şekilde başlayan “bilgisayarcı”lık maceramın bundan sonra nasıl ilerlediğini şimdilik başka bir yazıya bırakıyorum.

O zamanlar bedava barındırma hizmeti vererek site açmanıza izin veren sadece Geocities isimli bir yabancı servis vardı. Bu serviste belirli gruplar tanımlanmış (sanırım bunlar kasaba isimleri gibi düşünülmüştü, çünkü diğer gruplardan komşu diye bahsedildiğini hatırlıyorum), bu grupların altında da sayılardan oluşan kod numaraları ile kişisel, yani resmi olmayan internet siteleri yer alıyordu. Uzun süre yine bir dergi cd sinden yüklediğim Adobe Photo Shop ile dansedip, içime sinen grafikler yaratmayı başardıktan sonra kendime ait bir site kurmak için heyecandan ölmek üzereydim. Pixel nedir, RGB nedir bilmiyordum ama yine de Photo Shop kullanıyordum. Dünyanın internet görmeden site yapan en bilinçsiz webmaster’ı bendim herhalde o aralar. Hiç bir şey bilmiyordum sadece keşfediyordum. Bildiğim hiç bir şeyi ise sistemli yollardan öğrenmemiştim. Deniyor, yamuluyor, yapıyordum sadece ve nasıl oluyorsa oluyordu işte..

Sonunda kendimce oldukça havalı olan bir site açmıştım Geocities’de. O zamanların modası counter, guest-book, ve tabii yegane dinamik görüntü oluşmasını sağlayan animated gif’ler sitemin ayrılmaz parçaları idi.

Counter (Sayaç) : belirli bir tarihten itibaren sayfaya kaç ziyaretçi geldiğini gösteren numaratör

Guest-Book (Misafir Defteri) : siteyi ziyaret edenlerin yorumlarını yazabilecekleri bir çeşit anı defteri – online form.

Animated gif (Haraketli Resim) : bir kaç frame den oluşan basit haraketler yapabilen resim dosyaları. Örneğin yanıp sönen ışıklar vb.

Az çok var olan yazma yeteneğimi de kullanarak küçük sayılamayacak bir site yapmıştım. Numaratörü, sanki her defasında bir şey bulacakmışım gibi tekrar tekrar ziyaret ederek epeyce yükselen sitemin üzerinden zamanla pek çok arkadaş edindim. Çok heyecan vericiydi gerçekten, internet sonsuzdu, sınırsızdı.

Bu arada diğer sitelerden kod çalmayı da keşfetmiş beğendiğim sitelerin bazı bölümlerini internet gezgininin sayfanın kodunu göstermeye yarayan bölümünden kopayalayıp kendi sayfalarıma ekliyordum. Tabi satırlarca kodun içinden çalmak istediğim bölümü bulabilmek başlangıçtaki bilgimle oldukça zor oluyordu ama sonradan ilk bakışta tüm kodu takip edecek ve çözecek duruma gelişimi bu hırsızlıklara borçlu olduğumu itiraf etmek zorundayım.

Ah bu işyerleri (2)

Bilgisayar-amir-memur üçgeninde temel olarak üç çeşit ilişki söz konusudur. Bunların ilki bilgisayar bligisi zayıf amir ile bilgisayar bilgisi güçlü memurdur. Bu ilişki ilk bakışta bilgisayarcı açısından parlak gibi gözükebilir. Çünkü bu tip bir amiri karmaşık cümlelerle pek çok şeye ikna etmenin mümkün olduğu düşünülebilir. Ama çarklar her zaman bilgisayarcı lehine dönmez. İşte bu türden zamanlarda amire dert anlatmak bilgisayarcı için deveye hendek atlatmaktan daha zor olabilir. Örneğin daha önce bilgisayarcıdan kaynaklanan bir hatanın karmaşık cümlelerle örtbas edilebildiğinden bahsetmiştik. Ancak bir de amirin yapılmasında ısrar ettiği fakat bilgisayarcı için gerçekten zaman ve efor isteyen bir işin yapılması konusunda geçerli bahaneler bulmak neredeyse o iş için harcanacak efor kadar güç sarfetmeyi gerektiren bir demogojiye dönüşebilir. Çünkü kendini kurtarmaya yarayan karmaşık cümleler bu defa amirine geçerli gösterilmesi gereken bahanelere dönüşeceğinden daha açıklayıcı ve ikna edici olmalıdır. Ancak bilgisayar bilmeyen bir amre ne kadar gerçekçi olursa olsun imkansızı anlatmak bilgisayar terimleri ile mümkün değildir. Bunları onun anlayacağı seviyeye indirmek için bilgisayarcının oldukça geniş bir hayal gücünün, sabrının olması ve destekli atması gerekir.

Renkli kartuşların henüz icad edilmediği ve dotmatrix olarak tabir ettiğimiz büyük ve gürültülü bir şerit yardımıyla aldığı bilgileri kağıt üzerinde yazan yazıcıların olduğu dönemlerde büyük bir holdinge ait bir petrol şirketinde çalışıyordum. Henüz Bill Gates Windows 95'i piyasaya çıkarmamış DOS tabanlı programların yaygın oldugu bir dönemdi. O dönemde yeni kullanılmaya başlanan ve çok pahalı olan lazer yazıcılar şirkette ancak bir kaç kişide bulunuyordu. Söz konusu petrol ve petrol sahaları olunca; saha raporları, fizibilite raporları basabilmem için benim de bir lazer yazıcım ve Windows for Workgroups yüklü bir bilgisayarım vardı. O dönem için fiziksel açıdan oldukça donanımlı bir elemandım. Fiziksel açıdan diyorum çünkü bahsi geçen iş yerim ilk tecrübemdi. Henüz bilgisayar hakkında öğrendiğim “bilgi”lerimi “sayar” bir kişi düzeyine gelememiş olsam da, sekreter olarak göreve başladığım bu işyerimden o dönem için oldukça iyi bir operatör olarak mezun olacaktım. Bir müddet genel sekretaryada işi öğrendikten sonra asıl görev yerim olarak geçtiğim petrol şirketinde bütün amirlerim yıllarca TPAO’da görev yapmış devlet memuru zihniyetinden yeni kurtulmuş, alanlarında uzman jeolog ve petrol mühendisleriydi.

Operatörlüğümün doruklara ulaşmasına neden olan o dönemde sahip olduğum fiziksel donanım, alanındaki başarısını şirkette tüm raporları yazıyor olmaktan edindiğim engin petrolcü bilgimle bile ölçemeyeceğim Kıdemli Uzman Jeolog (KUJ) gibi hala şaşırdığım bir ünvana sahip Yasin Bey’in kıdemsiz bilgisayar uzmanlığı yüzünden sürekli başıma dert oluyordu.

Yasin Bey, Kazakistan'da işletilmesi düşünülen petrol sahaları için fizibilite raporları hazırlıyor ama raporlarda milyonlarca dolarlık hesaplarla değil de nedense çizgilerle ilgileniyor, çizgilerden arta kalan zamanlarında ise raporların asıl konusu olan maliyet hesapları ile uğraşıyor ama bir türlü sonuçları tutturamıyordu. Çünkü gelirden gelir çıkarılarak kar hesaplanamayacağını anlatmaya çalıştığım amirim her karşısına dikildiğimde kırmızı kalemlerle özenle çiziktirdiği raporları elime tutuşturup çizgilerin kalınlıklarını değiştirmemi istiyordu. Günlerce aynı rapordaki tabloların çizgilerini bir kalınlaştırıyor bir inceltiyorduk. O sıralar daha yeni keşfediyor olduğum MS Excel de tablo yapmayı onun sayesinde doğuştan biliyormuş kadar öğrenmiştim. Tablonun bir satırı kalın çizgili bir satırı ince çizgili olsun diye tek düze hayatımız oldukça çizgilenmiş, hatta çizik içinde kalmıştı. Bu kadar çizgili bir hayat en sonunda benimde çıldırmama sebep olmuş, istifa mektubun ekine çizgileri ile oynanmış yüzlerce sayfa eklememe neden olmuştu. Kabul edilmeyen istifamın ekindeki çizgiler yüzünden ziyan olmuş yüzlerce kağıt ise hiç beklemediğim bir şekilde Yönetim Kurulu odasını boylamış ve Yasin Bey’in hazin sonunu hazırlamıştı. Aslında kendi kariyer çizgime çekmek istediğim bir çizgi maalesef hedefi şaşırmış ve amirimin kariyer çizgisinde derin bir kesiğe yol açmıştı. Neyseki böyle bir olaya sebep oluşum yüzünden duyduğum vicdan azabı 6-7 ay sonra yine anlamadığım bir sebepten Yasin Bey’in şirkete geri dönmesi ile sona erdi.
Aslında çok hoş sohbet ve tatlı bir insan olan Yasin Bey nedense bilgisayala ilgili bir iş söz konusu olduğunda Dünyayı Kurtaran Adam gibi davranmaya başlıyor ve maalesef ilginç istek ve teorileriyle dünya üzerindeki insanları olmasa bile içimdeki insanlığın yok olmasına neden oluyordu.

Bir keresinde kendisine o döneme ait son model lazer yazıcı ile bile son satırı kırmızı basamayacağımızı anlatmak için saatler harcamıştım. Bir tülü anlamıyordu nedenini, sanırım elimizdeki lazerin şu bilim kurgu filmlerinde dünyayı ele geçirmeye yarayan lazerle aynı şey olduğunu sanıyor, sanmakla da kalmıyor illa olsun istiyordu. Ekranda kırmızı görünebilen bir satır bu muhteşem alet sayesinde nasıl oluyorda sadece siyah olabiliyordu canım. Ah Yasin Bey’ciğim bugün birlikte çalışacaktık ki ben size gökkuşağı gibi rengarenk raporlar basabilecektim, ama ne çare ki kısmet değilmiş.

Bilgisayarla direkt ilgili olmasa da Yasin Bey ile yaşadığım bir diğer ilginç anıyı da burada anlatmadan geçemeyeceğim. Şirketin Azerbaycan’da bulunan ortakları önemli bir gündemi görüşmek için apar topar Ankara’ya gelmişler ve ayaklarının tozu ile geldikleri toplantı odasında Yasin Bey’in Genel Müdürümüzün isteği üzerine kağıda karalayacağı gündemi bekliyorlardı. O kadar acil bir durumdu ki Genel Müdürün gündemin bilgisyarda yazılıp çoğaltılmasına bile tahamülü yoktu. Ama Yasin Bey’di bu durur mu sekiz, dokuz maddeden oluşan gündemi bir çırpıda yazmış ve bilgisayarda temize çekmem için bana getirmişti. Bende hiç oyalanmadan batının en hızlı klavye kullanan kovboyu olarak hazırlamış, katılımcı sayısı kadar çoğaltmış, işini yapmış birinin haklı gururu içerisinde gülümseyrek Yasin Bey’e uzatıyordum. Ama Yasin Bey kendinden bekleneni yaparak bir hata olmaması için dikkatle kontrol ettiğim bir sayfa yazıyı eline alarak, meşhur kırmızı stabilo kalemini cebinden çıkarmış şaşkın bakışlarıma aldırmadan bir şeyler karalamaya başlamıştı. O kadar emindim ki hatasız yazdığımdan ne yaptığını anlamak için eğildiğimde artık şokun başlangıcındaydım.

Yasin Bey içeride bekleyenleri hiç umursamadan gündem de yer alan şirket isimleri, Azerbaycan ve Türkiye ifadelerine eklenmiş takılardan yer alan bütün üstten ayıraçları (apostroph) hiç üşenmeden tek tek çiziyordu. Kağıt üzerinde kan gövdeyi götürürken, kanım beynime çoktan varmış, gözlerimi bile bürümüştü. Bir tek ağzım kilitlenmişti “Peki ya içeride bekleyenler..” diyebilmiştim sadece..

Kendine güvenle kafasını kağıttan kaldıran Yasin Bey, gözlüklerini burnunun üzerine düşürerek özel isimlere gelen takıların ayıraç ile ayrılmayacağını hiç anlayamadığım bir mantık zinciri içerisinde sakin sakin açıklamaya başladığında artık kendimi alacakaranlık kuşağında gibi hissetmeye başlamıştım. Ben uzayda bir ilkokula mi gitmiştim de acaba bunları hiç duymamıştım. Kafamdan ışık hızıyla geçen, bir seri Yasin Bey cinayetleri fantezisi, toplantı odasının kapısını hışımla açıp nerde bu gündem diye kükreyen Genel Müdürümüzün sesiyle yarıda kalmıştı. Benim bön bön baktığımı gören Genel Müdür Yasin Bey’in yanına gelip elindeki kağıtları almış ve yürekten bir ya sabır çekerek toplantı odasına geri dönerken Yasin Bey’de sanki hiç bir şey olmamış gibi bana el sallayıp peşinden odaya daldı.

Artık Yasin Bey hakkında delil toplama zamanı gelmişti, acayip hırs yapmıştım. O andan başlayarak karaladığı her kağıdı çekmecemde saklamaya başladım. Hatta benden geri alacağını bildiklerimin fotokopisini çekiyor ve çekmeceme yığmaya devam ediyordum. Bir ayda elimde beş top A4 olacak kadar karalanmış kağıt birikmişti... Artık yeterli delilim olduğuna inancım yeni oluşmuştu ki, Yasin Bey’in beni çıldırtıp tansiyonum düşmesine ve geçici şuur kaybına uğramama neden olup arkasından bir küp şeker ve su bardağı ile gelip sırıtarak “Hadi bunu iç düzelirsin sonra da işimize bakalım..” demesi ile bende ipler kopuverdi. Bir sayfa istifa mektubu ve Beş top A4’ümü kucakladığım gibi personel müdürünün yanında aldım soluğu. Ama o kadar ağlıyordum ki adamcağız ne dediğimi bir tülü anlamıyor elinde bir kucak dolusu kağıt ile karşısında ağlayıp duran bana öylece bakıyordu. Aslında söyleyeceklerimi çok güzel planlamıştım hemde günlerce, ama maalesef söylemem gerektiği anda ağzımdan ve burnumdan boşalan sular yüzünden (ki bu planda yoktu) konuştuklarımdan bir şey anlaşılmıyordu. Yine bir bardak su ile olaya çözüm bulan personel müdürü bir de küp şeker ikram ederek “Hadi bunu iç düzelirsin...” demediği için ne kadar şanslı bir adam olduğunu hiç bilemedi tabi. Sonrası daha önce anlattığım gibi hazin bi hikayeye dönüşen bu maceraları şimdi gülümseyerek hatırlamamı sağlayan Yasin Bey umarım sağlıklı ve mutlu olarak yaşamına devam ediyordur.