Salı, Aralık 15, 2009

Bir gülümseyişin öyküsü..

Geçmişim nerede biter, nereden başlar gelecek,
ne sen sor, ne ben söyleyeyim.
Sınırlarımı suya çizerim ben.
Ne ben bulabilirim onları bir daha, ne de sen


Gün çoktan sırasını almıştı geceden, aralık perdeden sımsıcak gülümseyişi değdi yanağına. Gözkapakları yavaş yavaş aralandığında parlak bir ışıktan başka bir şey göremedi önce, pırıl pırıl bir temmuz sabahına uyanmıştı. Saate baktı, “öğlen olacak neredeyse” diye geçirdi aklından. Sonra gülümsedi, “bu gün tatil”. Çocukluğundan beri şu sabah uykularına öyle düşkündü ki bıraksalar her gün öğlene kadar uyurdu. Okul yıllarında babasının onu her sabah nasıl zor uyandırdığı geldi aklına. Zavallı adam işe gitmeden önce bir kaç kez gelip seslenmek zorunda kalırdı uyanması için. Uyandırılmaktan ne kadar nefret ettiğini düşündü ve ardından o sabah kendiliğinden uyanmanın verdiği keyifle gerindi. O yataktan kalkıp giyinene kadar bir yarım saat daha geçmişti herhalde. Tam odadan çıkarken ceviz el oyması sandığa takıldı gözü.

“Canım annem”, diye geçirdi aklından. “Bu gün ona bir mektup yazayım”.

Kahvaltısını hazırlarken iki yıl önce yabancı olduğu bu şehre ve bu eve ne kadar alıştığını düşünmeye başladı. Eşyaları Ankara’dan kamyona yüklenirken en çok da o çok sevdiği ceviz sandık için dil dökmüştü adamlara. Onu battaniyelerle sarmış, sarsılmayacak ve çizilmeyecek bir yere yerleştirmelerini tembihlemişti sıkı sıkı. Kendi kendine gülümsedi, annesini düşündü yeniden. Mutfak kapısının camına yansıyan görüntüsüne doğru gitti yavaşça, bir zaman kıpırdamadan kendi gölgesini seyretti hayranlıkla. Tıpkı anneme benziyorum, bu fikirden oldum olası hoşlanırdı. Gözlerim ve gülüşüm aynı annem. “Bir kızım olsaydı”, diye düşündü. “Acaba o da benzermiydi bana?”. Uzun dalgalı saçları rüzgarda uçuşan, hüzünlü bakışları olan bir kız çocuğu geldi gözünün önüne. Tek katlı evin avlusunda yüzünü ellerinin arasına almış, tek başına oturan biz kız çocuğu. “Bir kızım olsaydı”, diye tekrarladı yüksek sesle; sonra küçük kızın hayali dağılıp gitti. Ertesi günün yine bir iş günü olduğu geldi aklına birden bire; canı sıkıldı. Kalkıp masayı toplamaya koyuldu. Şu yan odadaki Enver Bey’in de bir küçük kızı var diye düşündü garip bir endişe duyarak. Acaba annesine benziyor mudur? Benziyor mudur acaba?

Bir fincan çay alıp pencerenin yanındaki koltuğa oturdu. Ne rahattı bu koltuk, ilk gördüğünde bayılmıştı zaten. Insanı sarıveren kocaman bir kucak gibi. Akşamdan sehpanın üzerinde unuttuğu not defterini ve kalemini aldı. Bembeyaz bir sürü sayfa; sanki düşünceleri kendiliğinden kağıdın üzerine akıverecek gibi hissetti birden. Her gece yatmadan önce yatağının altında sakladığı günlüğüne karaladığı satırlar geldi aklına. Bembeyaz yüzlerce sayfayı doldurmuştu yıllar boyunca; kimse bilsin istemezdi yazdıklarını. Bu yüzden saklamakla yetinmeyip biriktirdiği harçlıklarıyla, üzerinde pembecik çiçekler olan kilitli bir hatıra defteri almıştı kendine. Sonra o deftere yazdığı ilk günde anahtarı bir türlü nereye saklayacağına karar veremeyişi geldi aklına. Biri o yokken defteri bulsa bile en azından içindekileri okuyamamalıydı. Öylesine de ufak bir anahtardı ki kendi bile kaybedebilirdi onu. Odasında yaptığı kısa bir araştırmanın ardından, en emin yerin yerdeki eski kırmızı halının altına dikilecek küçük bir cep olduğuna karar vermişti. Ama halı öylesine kalın ve sertti ki parmakları delik deşik olmuştu, zar zor bulduğu kumaş parçasını dikerken. Sonra kimsenin aklına gelmeyecek bir yol bulduğu için tebrik etmişti kendini. Birden dışarıdan gelen acı bir fren sesiyle irkildi. Saçları uzun dalgalı bir kız çocuğu sokaktan aşağı yuvarlanıp giden topun ardından caddeye fırlamış ve aniden duyduğu şiddetli sesin etkisiyle korkmuş olacak ki şöförün panik halinde onu yatıştırmaya çalışmasına aldırmadan ağlıyordu.

“Ağlama kızım..” demişti babası “..bak ben yanındayım”. Ne kötü bir kabustu o gece gördüğü. Babasının tütün kokan elleri yanağından akan sıcaklığı silerken yeniden uykuya dalmıştı bile.

Kızın annesiydi herhalde şu şöföre bağırıp duran kadın. “Ev kadını olmalı” diye düşündü. Elleri kireçli sulardan, yıkayıp temizlemelerden sertleşmiş, her zaman yorgun ve sinirli bir evkadını. Kadın ağlayan çocuğun kolundan tutup hızla yürüyüp gitti. Araba çocuğa dokunmamıştı bile. Şöför de kendi kendine bir şeyler söyleyerek arabasına binip uzaklaştı.

“Annem her zaman çok sinirli, bazen onu hiç sevmiyorum demişti”, kapı komşuları Aslı. Bazen açık pencereden annesinin onu azarlayışını duyardı, istemeden.

“Neden söz dinlemiyorsun bilmiyorum ki Mahsus mu yapıyorsun? Sana kaç defa söylemedim mi? Akşam baban gelsin, ben biliyorum sana yapacağımı.”

“Anneciğim vallahi bir daha yapmayacağım. Ne olur söyleme babama.”

Aslı ne çok korkardı babasından. Oysa ufak tefek, gözlüklü sakin görünüşlü bir adamdı babası. Hatta bir gün annesini dövüp, sonra da çekip gittiğini duyduğunda çok şaşırmıştı. Aslının annesi hiç üzülmemişti geri dönmediğinde. Hatta Aslı, annesinin kendisine bir cicibaba bulacağını söylediğini bile anlatmıştı. Insanın kendi babasının yerini tutarmıydı ki bir başkası; ya annesinin? Tekrar kucağındaki beyaz sayfalara baktı. “Hayır kimse tutamaz”, diye düşündü. Hele annesinin yerini kimse tutamaz.

“Merhaba anneciğim,

Uzun zamandır yazamadım biliyorum, ama hep aklımdasın inan. Hatta az önce bile seni düşünüyordum. O arka odanın duvarındaki kocaman gülümseyen siyah beyaz resmin geldi aklıma şimdi. Yirmi-yirmibeş yaşlarındaydın herhalde o zaman. Taptaze gençlik kokan bir genç kadın. Güneşin karanlığa teslim oluş saati yaklaşıp, tül perdelerin gölgesi yüzüne yerleştiği zaman bile gülümsemendeki o canlılık hiç kaybolmazdı. Merak etme; iyiyim ben. Bugün geçmişin tatlı esintileri dolaşıyor damarlarımda o kadar. Sanırım babam ve sen evlenmeden önce çekilmiş bir fotoğraftı o. Babam, sana hep ilk görüşte aşık olduğunu anlatırdı bana. Hatta dedemin seni başka biriyle evlendirmek istediğinde senin itiraz edişinden gururla bahsederdi. Eğer başka biriyle evlenmiş olsaydın nasıl bir babam olurdu acaba; başka bir baba, başka..”

Aslı’nın cicibabasını ilk defa görüdüğünde ondan hiç hoşlanmamıştı. Babası da Aslı’lara eskisi kadar sık gitmesini istemiyordu artık. Bazen bütün gün öğlene kadar televizyon seyrediyordu tek başına. Bazen de taş avludaki kocaman kiraz ağacına kulağını dayayıp, üstünde gezen minik karıncaların ayak seslerini duymaya çalışırdı, saatlerce hiç sıkılmadan. Karıncaların ayak seslerini duyan biri var mıydı acaba. O bir kez duymuştu galiba, ama rüyasında mıydı gerçek miydi şimdi hatırlayamıyordu. Korkmadığını biliyordu ama, hiç korkmamıştı düş bile olsa.

“...Hatırlarmısın anneciğim; bazı geceler kabuslar görürdümde sen hep beni sıcacık göğsüne bastırıp, uyuyana dek yanımda kalırdın. Hani o kapı komşumuz teyze her gece rüyama gelip, ev işlerinden nasırlarmış elleriyle yüzümü acıtarak okşayıp “zavallı ana kucağına hasret yavrum”, diye severdi beni de kan ter içinde her uyandığımda, hep senin sıcaklığını bulurdum başucumda. Bütün korkum uçar giderdi o zaman. Uyuyana dek ayrılmazdın başucumdan. Hatta bir ara, neredeyse her gece ağlayarak uyanırdım gecenin o kör karanlığına. Artık böylesine düşler görmüyorum. Uykularım daha düzenli ve huzurlu. Babamı hatırlıyorumda o da zaman zaman gözleriyle hep “zavallı bir yavrucak”mışım gibi bakardı bana. Oysa o da ağlardı bazen, ama hep saklamaya çalışırdı gözyaşlarını. Ben de daha fazla üzülmesin diye görmemiş gibi yapardım. Cebinden ütülü mendilini çıkartır, üşütmüş numarasıyla bir kaç kuru öksürüğün ardından burnunu siler ve bir sigara yakardı. Ne çok sigara içerdi babam. Çoğu geceler ardı arkası kesilmeyen öksürük seslerini duyardım ve üzülürdüm onun için. Üniversitede benim de sigara içtiğimi öğrendiği zaman sadece “Yaşamdan bu kadar çabuk kopmak istiyorsan bile, her zaman bir geriye kalan olacağını hatırla ve her nefeste yaşamının bir kaç dakikasını çalan bu yalancı dosttan vazgeç”, demişti bana. O zaman babamın yaşamdan kopmak için mi sigara içtiği sorusu takılmıştı aklıma; ama bunu sormaya cesaret edememiştim. Yalancı dost... Sigaranın nasıl bir dost olarak görülebileceği fikri ise çok garip gelmişti o zamanlar. Oysa şimdi her bunaldığımda bu yalancı dosta sığınıyorum ben de. Ne garip.

O komşu teyzeden gerçekten korkardım. Her an bağırıp azarlamaya başlayacakmış gibi gergin bir hali vardı. Bir kere zavallı Aslı’yı karnesinde kırık olduğu için öyle bir dövmüştü ki, kızcağız morluklarından utandığı için iki gün dışarı çıkamamıştı. Cicibabası “bu kız okumayacak herhalde”, diye annesine baskı yapmış ve “bari bir meslek sahibi olsun” diye ilkokuldan sonra kız meslek lisesine yazdırmışlardı onu...”

Ortaokula ilk yazıldığı günü hatırladı, ne çok heyecanlanmıştı. Artık kocaman bir kız oldun demişti müdür, sevgiyle başını okşayarak. Sonra babasıyla bir şeyler konuşmuşlardı, o, duvarlardaki kocaman resimleri ve içleri yazı dolu çerçeveleri merakla incelerken. Insanlar ne diye yazıları çerçeveletip duvarlara asarlardı ki? Onların evinde bir tek sokak kapısının üstünde, anlayamadığı garip şekillerden oluşmuş bir yazı vardı çerçevelenmiş. Babası onun Tanrı’nın sözü olduğunu söylediğinde, Tanrı’nın niye böyle garip bir dil kullandığını merak etmişti. Acaba sadece çocukların anlamayacağı bir dil miydi bu? Büyüdüğünde o da babası gibi ne yazdığını okuyabilecekti belki de. Okuldan ayrıldıktan sonra, birlikte sokağın sonundaki o küçük dükkandan müdürün verdiği listedeki kitaplarla kapaklarında capcanlı resimler olan defterler ve rengarenk kalemler almışlardı. Öyle çoktular ki, ikisi beraber zor getirmişlerdi eve. Babası faturaları ayırıp, o gün yapılan masrafları daima yanında taşıdığı küçük mavi defterine listelerken, o da sevinçle kütüphanesinin yarı boş raflarına yerleştirmişti hepsini, özenle.

“...Dün alışveriş yaptım biraz, biraz da şu kullanılmış eşyaların satıldığı naftalin kokulu dükkanları dolaştım. Şu bizim arka oda gibi kokan dükkanlar. Insanlar anılarını başkalarına satıyorlarmış gibi gelir bana nedense bu dükkanları gördüğümde. Biliyor musun ne buldum bir tanesinde? Bizim şu emektar televizyonumuz vardı ya; hani ne zaman hava bozsa görüntü bir kaybolur bir gelirdi, hatırladın mı? Televizyonun başına geçip de, o konuları birbirine benzeyen gözü yaşlı annelerin ve çocukların filmlerini seyrederdim de, her defasında ağlamaktan gözlerim şişerdi. Canım babam işten geldiğinde beni öyle görünce hemen anlardı yine film seyrettiğimi. Beni dizine oturtur “Ağlama yavrum.” derdi “Bak ben yanındayım”.

Bir gün kucağında bir demet kırmızı gülle gelmişti eve. Sonra onları özenle oturma odasındaki soluk vazonun içine yerleştirmişti . Şaşkınlığımı farketmiş olsa gerek; beni yanına oturtup senin kırmızı gülleri ne kadar çok sevdiğini anlatmıştı. Siz evlenmeden önce de hep kırmızı güller alırmış sana. Şimdi ne zaman kırmızı güller görsem hep seni ve babamın o derin sevgisini hatırlarım. Ankara’yı özlüyorum bazen, çocukluğumu da özlüyorum, bu şehri de seviyorum ama, bu kaldırımlar çocukluğumun ayak izlerini hiç bilmiyor Hiç tanıdık yüzler yok şimdi bu sokakta. Çocukluğumun tek şahidi o eski aile albümünü karıştırıyorum zaman zaman. Sımsıcak sevgi dolu gülümseyişler. Hep babam ve sen..”

“Bu kızın gülüşü aynı annesi”, demişti o eski aile dostumuz, yıllardan beri görmediği babama hasretle sarıldıktan sonra. Aynı annem... Sımsıcak bir gülümseyiş, annem gibi... Sonra gözlerinde o bakışı görmüştü, “zavallı çocuk”. Yoksa bütün büyükler annesinin bir zavallı olduğunu düşünüyorlardı da ona benzediği için mi böyle bakıyorlardı? Babasının, otobüs durağının yanında dilenen üstü başı parçalanmış kadının yanındaki elleri ve yüzü kirden görünmeyen çocuğu gördüğünde “zavallı çocuk”, diye mırıldandığını işitmişti bir kere. Oysa çocuk gülüyordu. Annesinin omuzuna kirli elini koymuş, gökyüzünde uçuşan kuşlara bakarak gülümsüyordu işte... Annesinin yanında gülümsüyordu... Kirli yüzündeki gülümseyişi gerçekti işte... Annesi gibi gülmüyordu oysa; benzemiyordu bile annesine... Ama gülüyordu...

“...Ne zamandır gülümseyerek uyanıyorum uykularımdan. Düşlerim beni korkutmuyor artık. Mutlu hissediyorum kendimi anneciğim, çok mutlu... Dün gece karanlıkta dansettim bir başıma. Rüzgar oldum, ateş oldum, dost oldum, düşman oldum. Yaşamı o andan ibaret sayıp bir başka bedende şekillendirdim dansımı. Zehir oldum, güneş oldum, yakaran bir kul oldum. Her bir kıvrımda ben oldum, dolu dolu, yalnızca ben. Nefes nefese, ter içinde durduğumda, gün oldum, geceye doğdum huzurlu bir yorgunlukla. Müziğin o büyülü mabetinden sıyrıldığımda, sessizce bir sigara yaktım karanlıkta. Uçuşan ateş böcekleri gördüm. Kıvrım kıvrım dumanlar üfledim, durgunluğuna inat o anın. Dansın resmini çizdim geceye. Gölgeler kıskandılar heyecanımı, pişmanlıklar korktular coşkumdan. Sonra bedenimi teslim edip uykuya, rengarenk bir düş oldum. Düşümde evlendiğimi gördüm; hani üniversitedeyken sana her gece anlattığım arkadaşım vardı ya, Serhat. Işte onunla evlendiğimi gördüm. Bembeyaz omuzlarımı açıkta bırakan bir gelinliğim vardı, Saçlarımdaki dalgalar omuzlarıma dağılmıştı, başımdaki beyaz çiçeklerin arasından. Herkes oradaydı, herkes... Aslı, annesi, cicibabası, babam, arkadaşlarım. Bir sen yoktun nedense. Bir ara parlak camların ardındaki bir gölgeyi sana benzettim; bir gülümseyiş gördüm hayal meyal, ama sonra kaybolup gitti. Öyle mutluydum ki anneciğim. Hep gülümsüyordum; senin gibi sımsıcak gülümsüyordum. Serhat’ın gözlerinde sevgiyi gördüm. O ise kendi gibi gülümsüyordu bana. Yalnızca kendi gibi...”

Serhat’la üniversiteye başladığı yıl tanışmışlardı. Içinden hep martılar havalanıyormuş gibi gelirdi onunlayken; kıpır kıpır bir titreyiş yayılırdı bedenine. Akşamları dersten sonra birlikte bir yerlere gider, upuzun sohbetler ederledi. Onu bir tek Serhat anlıyormuş gibi gelirdi. Hep gülümserdi Serhat; konuşmadığı zamanlarda gözleri gülümserdi. Aslı ile tanıştırmadan önce, “Hayata geçirmediğim fantezilerimin içinden çıkmış biri gibi”, diye tanımlamıştı duygularını. Tanışınca Aslı’da çok sevmişti Serhat’ı. Herkes sevmişti tanıyınca, ama en çok da kendi sevmişti.

“... Babam Serhat’la çok sık görüşmemden rahatsız olmuştu hatırladın mı? Bir türlü anlayamıyordum sebebini. Oysa düşümde babam da çok mutlu görünüyordu. Hatta bir ara yanımıza gelip bir şeyler söylemek istedi de gözyaşlarını tutamayıp uzun uzun ağladı. Bir sen yoktun anneciğim düşümde, bir tek sen gülümsemiyordun...”

Telefonun çaldığını farketti aniden. Vakit de akşam olmuştu neredeyse. Vücüdunun uyuştuğunu hissederek kalktı koltuktan.

“Alo... Ah, Aslı senmisin?... Yolculuk nasıldı?... Yok uyumuyordum, gel tabii. Haydi bekliyorum”

Telefonu kapatıp koltuğun üzerine bıraktığı sayfalara baktı. Güneş karanlığa teslim olmak üzereydi. Gidip koltuğa oturdu yeniden. Karşıdaki duvara dikti gözünü. Annesi yine yüzüne düşen gölgelere aldırmadan gülümsüyordu, sımsıcak. Uzanıp kalemi aldı.

“ Burada kesmek zorundayım anneciğim. Daha sonra yine uzun-uzun yazarım sana. Daima aklımdasın, seni seviyorum.”

Yazdıklarını özenle katlayıp yatak odasına geçti. Etejerin çekmecesinden üstünde yalnızca isim yazan bir zarf çıkartıp, mektubu içine yerleştirdi. Bir müddet bekledi, zarfı göğsüne bastırıp. Sonra gidip ceviz sandığın kapağını kaldırdı. Aynı isme yazılmış yüzlerce zarfın üstüne bıraktı elindeki sonuncuyu. Sandığın kapağını kapattı. Uzanıp etejerin üstündeki fotoğrafı aldı eline. Sevgiyle seyretti.

Telefon yeniden çalmaya başladı. Elindeki fotoğrafı bırakmaya fırsat bulamadan, koşarak oturma odasına geçti.

“Efendim?... Serhat?... Ne zaman dönüyorsun? Seni çok özledim... Peki hayatım, yarın akşam görüşürüz o halde... Bende seni seviyorum, hoşçakal”

Pencerenin yanına gidip, günün son aydınlığında elinde tutuğu resme baktı. Bembeyaz gelinliğinin açık yakasından uzun dalgalı saçları dökülmüştü omuzlarına. Serhat sevgiyle gülümsüyordu, “yalnızca kendi gibi”. Gidip üstünü değiştirmeden önce annesinin çerçeveli büyük resmine baktı son bir kez ve cama düşen kendi gölgesine bakıp gülümsedi mutlulukla.

Aylin KOSOVAERI
Ağustos, 1995

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder