Pazar, Mart 01, 2009

Ah bu iş yerleri (3)

Alaylı bilgisayarcılığımın alaya alınacak ilk zamanlarında Ticari Paket üreten bir yazılım şirketinde işe başlamıştım.

Bilmeyenler için söylüyorum Ticari Paket Program işletmelerin günlük ve dönemlik tüm hareketlerinin bilgisayar üzerinde takip edildiği programlara deniyor. Bu ve benzeri bilgisayar programı üreten firmalara ise yazılım şirketi.

Bu başlangıç ciddi olarak bilgisayarlarla ilgili tarihimin temel taşı idi. Öyle çok bir şey bilmiyordum. Daha önce bahsettiğim Yasin Bey sayesinde hatmettiğim MS Office Yazılımları dışında bir alt yapım yoktu. Şirketin sahipleri ODTÜ Endüstri Mühendisiliğinden mezun bir karı-kocaydı. Necati bey bilişim piyasasında oldukça etkin bir karakterdi. Bu şirkette yaşadıklarım ve öğrenciklerim bugünkü meslek hayatımın oluşmasını sağladı.

İşe alınma sebebim DOS tabanlı olarak çalışan ticari paketin “Yazılım ve Dokümantasyon Sorumlusu” olmamdı. Bunun anlamı yazılımın uzun süredir piyasada olmasına rağmen yazılmamış kullanım kılavuzlarını yazmak ve yazılımın testlerini yapmaktı. Evet program satılıyor ve yoğun bir şekilde de kullanılıyordu, ama test ve dokümantasyon gibi bazı temel eksiklikleri vardı işte. Bunları tamamlama görevide nacizane bana verilmişti.

Yazılım testi gerçekten zevkli bir işti. Ne de olsa işin özünde başkalarının yaptıkarı hataları bulmak ve bunu onların yüzlerine vurmak ve dahası bunun için bir de maaş almak vardı. Sağolsun şirketteki yazılımcı arkadaşlar hep bana iyi davransalar da eminim didik didik testler yaparak bulduğum hataları gördükçe ırkıma sevgilerini yolluyorlardı. Hata olarak değerlendirdiğim durumları kurumiçi kullanılan bir Hata/İstek veritabanına giriyor ve yazılımın her fonksiyonunu tek tek test ediyordum. Tabi bunu yapabilmek için öncelikle gerçek ya da gerçeğe yakın işletme senaryoları bilmek, belirli verileri yazılıma işlemek gerekiyordu. Cari, çek-senet haraketleri nedir bilmeyen benim gibi biri için bunları öğrenmek, eğitim aldığım işletme bölümünün aslında ne kadar yüzeysel bilgilerle bizi doldurduğunu anlamama neden olmuştu. Burada öğrendiklerim sonucunda işletmenin aslında dört yıllık bir bölüm değil sadece master bölümü olması gerektiğine inancım kuvvetlendi. Şirkette teori olarak bildiğim işletmelerin gerçek hayatta nasıl olduğunu, muhasebenin te cetveli ve 100 Kasa, 120 Alıcılar, 320 Satıcılar gibi hesaplardan çok daha derin olduğunu keşfettim. Dahası sadece hesap kodlarından oluşan özel bir dille muhasebecilerle nasıl konuşulacağını ve muhasebecilerin alışkanlıklarını ne kadar zor değiştirebildiklerini öğrendim.

Test ettiğim ilk modül stok modülü idi.

Yazılımlarda belirli bir işlemin yürütüldüğü bölümlere (örn. Banka,, kasa, bordro vb) modül deniyor. Bunun ay modülü vb bir takım uzaysal terimlerle bildiğim kadarı ile bir bağlantısı yok.

Yazılıma pek çok stok hareketi girip, raporların doğru çalışıp çalışmadıklarını kontrol ediyordum. Mal alıyor, mal satıyor, fatura kesiyor, iade ediyordum. Zevkliydi çünkü bu iş bana bir çeşit strateji oyunu gibi gelmeye başlamıştı. Test amaçlı girdiğim tüm harteketler belirli bir mantık zinciri içinde işlemeliydi ki, gerçek bir firma gibi davranabileyim. Tabi test sadece olağan kullanım kriterlerinden ibaret değildi. Yazılımın sağlamlığının testi için son olarak imkansızları denemek gerekiyordu. Olmayacakları yapmaya çalışmak. Zaten işin özünü öğrenene kadar benimde tek yaptığım buydu.

Bütün modülleri test edip yazılımı gözüm kapalı kullanabilme aşamasına geldiğimde, titrimde yer alan ismin ikinci bölümü başladı. Dokümantasyon...Şimdi ezbere bildiğim bu yazılımı ekran resimleri ile birlikte, hiç bilmeyenlere öğretmek üzere yazmam gerekiyordu. İşte bu kısım pek eğlenceli değildi. Yazılımı hiç bilmeyen bir kullanıcının, sadece benim yazıklarımı okuyarak programı kullanması gerekiyordu. Bu dünyayı kurtarmak gibi bir şeydi ama ne yazık ki tanıdığım hiç bir kullanıcı (ben dahil) uzun uzun yazılmış kullanım kılavuzlarını okuyacak kadar sabırlı olmadığı gibi, pek çoğu sorarak öğrenme, deneme yanılma, destek hattı arama gibi daha iletişimsel yollara başvurduğundan, bunca emek edilen kılavuzlar sağda solda sürünüp en sonunda çöpü boyluyordu. Ama ben o zamanlar yazılım repertuarı zengin olmayan bir arkadaş olduğumdan bu acı gerçeğin farkında değildim. Bu yüzden kendimi kahraman gibi hissediyordum.

O dönemde bağlı olduğum şefim Nilsu yıllardır bu şirkette yazılımcı olarak çalışan, alanında ve ticari mevzuat hakkında alt yapısı zengin biriydi. Eminim şirketin müşterisi olan firmaların işleyiş ve yapısını o şirketlerin Genel Müdür’lerinden bile daha iyi öğrenmişti. Çünkü şirkette sadece standart paket yazılımları üretilmiyor, müşterilerin taleplerine göre özel yazılımlar oldukça dolgun fiyatlar karşılığında hazırlanarak yazılımlara entegre ediliyordu.

Standart Paket Yazılımı : Kutusu ile vitrinden aldığınız ve her kutuda aynısı olan bilgisayar programları

Aynı türden ek yazılım taleplerinin çoğalması durumunda bu eklentiler standart pakete dahil ediliyor ya da "zaten burada yapılmışı var" mantığı ile diğer firmalara satılıyordu. Nilsu daha çok işin bu özel yazılım kısmıyla ilgilendiği için firmaları çok daha iyi analiz edebiliyor ve ihtiyaçlarına göre yönlendirebiliyordu. Müşteri desteği için de özel bir bölümü olan şirkette bu tür özel yazılım talepleri olduğunda kullanıcı desteğini de yine yazılımcılar vermek zorunda kalıyordu. Destek birimi sadece standart paket ile ilgili telefonlara yanıt veriyor yada yerinde eğitim ve destek hizmeti veriyordu. Yani bir çeşit evlere servis gibi...

Bende işin dokümantasyon kısmına geçmeden önceki test aşamasında Nilsu’dan gerçekten çok şey öğrenmiştim.İş yazmaya geldiğinde bana kullanım kılavuzu yazmanın acı ama en temel gerçeğini en başından açıklamıştı “Kullanıcının embesil olduğunu düşünmelisin”. İlk söylendiğinde kulağa çok itici gelen bu cümle ne yazık ki pratikte çok doğruydu. Çünkü yazılım üzerinde yapılan işlemler sırasında, yazmayı unuttuğunuz “Şimdi enter/return tuşuna basınız” cümlesi kullanıcının kaydı ekrana girip saatlerce bir şey olacak diye beklemesine neden olabiliyordu. Netekim “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” olduğundan, yazılımı satın alan kullanıcılar benim yazdıklarımı okuyarak öğrenme sorumluluğunu da almış oluyorlardı. İlk satış sonrası firmalara eğitimler veriliyordu, verilimesine ama koca yazılımı bir anlatışta toparlayacak ve başına geçip takır takır kullanacak babayiğit çok fazla çıkmadığından, müşteri firma çalışanları kullanım kılavuzlarını tozlu raflardan indirmek durumunda kalıyorlardı. Çünkü şirketimizden telefon desteği almak öyle bedava bir hizmet değildi.

Tüm bu nedenlerden dolayı bir yıl boyunca hayatımı kaydıran kullanım kılavuzu yazma işi A4 boyutunda (bir dosya kağıdı) dokuz cilt bir ansiklopedik seriye dönüştüğünde artık benim için birer “kıllanım kılavuzu” haline gelmişler, titrimi de “Yazılım Dokumantasyon Sorunlusu” olarak anmama sebep olmuşlardı. Yani yazarının bile kim olduğu bilinmeyen bir ansiklopedi yazmıştım tam 365 günde. Yazmakla da kalmamış tüm kılavuzu matbaanın istediği formata çevirmiş, dizgisini yapmış ve hatta günlerce matbaa da mesai yaparak önbaskı, kapak tasarımı ve benzeri bilimum işin peşinden koşmak zorunda kalmıştım. İşi zamanında bitmezse Necati Bey bu iş için harcadığı parayı maaşımdan kesmekle tehdit ediyordu beni. Yapar mıydı bilmiyorum, ama sinirlendiğinde çalışanlarına masasındaki bilimum kırtasiye malzemesini fırlatma kabiliyetine haiz bir kişilik olduğundan tehditleri bile beni korkutmaya yetiyordu.

İnternet maceramda yine bu şirkette yapmak zorunda kaldığım işler sayesinde başladı. Ben zaten bugün ne biliyorsam yapmak zorunda kaldığım için biliyorum. Yani birileri beni zorlamasa bişey öğreneceğim yokmuş herhalde.

O dönemde hayatında hiç internet görmemiş, hatta cümle içinde bile kullanmamı isteseler anlamını çıkartamayacak olan ben, bilgisayarıma yüklenen “Hot Dog Pro” isimli bir yazılıma günlerce bakarak ne yapacağımı düşünmek zorunda kalmıştım. Çünkü Necati bey şirket içinde kullanılmak üzere kapalı bir yazılım yardım sistemi kurmamı istemişti benden. Belki o ne istediğini biliyordu ama ben bilmiyordum. “Hot Dog Pro” programı her düğmesine tıklandığından ekrana garip kodlar yazan bir şeydi. Evet şeydi, çünkü o şeylerin ne olduğuna dair hiç bir fikrim yoktu. Günlerce bön bön programa bakıp “Allah, allah”lar çektikten sonra, nasıl keşfettiğimi hatırlamadığım şu temel bilgiye ulaştım. “Hot Dog Pro”da kod yazılıyor, o zamanlar bildiğim tek “browser (internet gezgini)” ile de hazırlanan kodlar internet sayfası halinde görüntüleniyordu. Yani bir çeşit işaretleme dili idi bu, ben yazıların başlarına işaretleri yazıyordum “sen paragraf ol, sen koyu ol” browser da bu işaretleri anlıyor “Tamam abla ben bunu hallederim” diyerek ekranda istediğim gibi gösteriyordu. Ne gereksiz bir durum. Word de yazdığım her şey güzel güzel oluyordu da, bu internete niye illa bir şeyi kırk takla atarak anlatmak gerekiyordu bir türlü anlayamamıştım. Ayrıca ben kod yazmayı nereden bileyim, elimde kaynak bile yok..

Nasıl olduysa bilmiyorum bir şekilde HTML – Hyper Text Markup Language denen internet sayfaları hazırlamak için kullanılan bu dili adını sanını bilmeden deneme-yamulma yöntemiyle Hot Dog Pro sayesinde öğrendim ve gerçeğini hiç görmediğim internet sayfaları hazırlamaya başladım. Yaptıklarım şekillendikçe kendimle duyduğum gurur ve özgüvenim yükselmeye başladı. Hatta öyle bir noktaya gelmiştim ki “Hot Dog Pro”yu bırakıp Note Pad ile ezbere kod yazmaya başladım. Zaten bir daha da Sıcak Köpek gibi absürd isimli bu programa ihtiyacım olmadı. Kendi çapımda bir mucize yaratmıştım. Hatta ufak dağları benim yarattığıma inanacak noktaya gelmiştim ki, gerçek internetle tanıştım. O zamanlar sadece statik, yani hareketsiz düz yazı ve resimlerden oluşan internet sitelerini görünce anladım ki benim yaptığım Picasso’nun tabloları yanında üç yaşındaki oğlumun yaptığı resimler gibi kalıyordu. Uyduruktan üç beş HTML kodu ile bu işin olmayacağını anladığımda mesai saatlerinin iş bitince bittiği ve mesai saatleri içinde dışarı çıkmanın yasak olduğu bir şirkette gizlice dergi cd lerinden indirdiğim grafik programlarını kurcalamaya başladım.

Yani bu azmin temelinde yatan gerçeği size de açıklamak isterdim ama maalesef bende bilmiyorum. Sadece hoşuma gitmişti, zevkliydi, yaratılanlar somuttu, seyircisi tüm dünya olan bir oyun sahnelemek gibiydi internette bir şeyler yaratmak ve yayımlamak.Bunun büyüsüne kapıldım sanırım. Dört yıl üniversitede aldığım eğitimi bir kenara bırakıp da bu işi meslek edinmemin nedeni de bu sanırım. "Para kazandığın işi sevmeye çalışma, sevdiğin işten para kazan" her zaman meslek ilkem olmuştur zaten. Aslında tamamen tesadüfi bir şekilde başlayan “bilgisayarcı”lık maceramın bundan sonra nasıl ilerlediğini şimdilik başka bir yazıya bırakıyorum.

O zamanlar bedava barındırma hizmeti vererek site açmanıza izin veren sadece Geocities isimli bir yabancı servis vardı. Bu serviste belirli gruplar tanımlanmış (sanırım bunlar kasaba isimleri gibi düşünülmüştü, çünkü diğer gruplardan komşu diye bahsedildiğini hatırlıyorum), bu grupların altında da sayılardan oluşan kod numaraları ile kişisel, yani resmi olmayan internet siteleri yer alıyordu. Uzun süre yine bir dergi cd sinden yüklediğim Adobe Photo Shop ile dansedip, içime sinen grafikler yaratmayı başardıktan sonra kendime ait bir site kurmak için heyecandan ölmek üzereydim. Pixel nedir, RGB nedir bilmiyordum ama yine de Photo Shop kullanıyordum. Dünyanın internet görmeden site yapan en bilinçsiz webmaster’ı bendim herhalde o aralar. Hiç bir şey bilmiyordum sadece keşfediyordum. Bildiğim hiç bir şeyi ise sistemli yollardan öğrenmemiştim. Deniyor, yamuluyor, yapıyordum sadece ve nasıl oluyorsa oluyordu işte..

Sonunda kendimce oldukça havalı olan bir site açmıştım Geocities’de. O zamanların modası counter, guest-book, ve tabii yegane dinamik görüntü oluşmasını sağlayan animated gif’ler sitemin ayrılmaz parçaları idi.

Counter (Sayaç) : belirli bir tarihten itibaren sayfaya kaç ziyaretçi geldiğini gösteren numaratör

Guest-Book (Misafir Defteri) : siteyi ziyaret edenlerin yorumlarını yazabilecekleri bir çeşit anı defteri – online form.

Animated gif (Haraketli Resim) : bir kaç frame den oluşan basit haraketler yapabilen resim dosyaları. Örneğin yanıp sönen ışıklar vb.

Az çok var olan yazma yeteneğimi de kullanarak küçük sayılamayacak bir site yapmıştım. Numaratörü, sanki her defasında bir şey bulacakmışım gibi tekrar tekrar ziyaret ederek epeyce yükselen sitemin üzerinden zamanla pek çok arkadaş edindim. Çok heyecan vericiydi gerçekten, internet sonsuzdu, sınırsızdı.

Bu arada diğer sitelerden kod çalmayı da keşfetmiş beğendiğim sitelerin bazı bölümlerini internet gezgininin sayfanın kodunu göstermeye yarayan bölümünden kopayalayıp kendi sayfalarıma ekliyordum. Tabi satırlarca kodun içinden çalmak istediğim bölümü bulabilmek başlangıçtaki bilgimle oldukça zor oluyordu ama sonradan ilk bakışta tüm kodu takip edecek ve çözecek duruma gelişimi bu hırsızlıklara borçlu olduğumu itiraf etmek zorundayım.

Ah bu işyerleri (2)

Bilgisayar-amir-memur üçgeninde temel olarak üç çeşit ilişki söz konusudur. Bunların ilki bilgisayar bligisi zayıf amir ile bilgisayar bilgisi güçlü memurdur. Bu ilişki ilk bakışta bilgisayarcı açısından parlak gibi gözükebilir. Çünkü bu tip bir amiri karmaşık cümlelerle pek çok şeye ikna etmenin mümkün olduğu düşünülebilir. Ama çarklar her zaman bilgisayarcı lehine dönmez. İşte bu türden zamanlarda amire dert anlatmak bilgisayarcı için deveye hendek atlatmaktan daha zor olabilir. Örneğin daha önce bilgisayarcıdan kaynaklanan bir hatanın karmaşık cümlelerle örtbas edilebildiğinden bahsetmiştik. Ancak bir de amirin yapılmasında ısrar ettiği fakat bilgisayarcı için gerçekten zaman ve efor isteyen bir işin yapılması konusunda geçerli bahaneler bulmak neredeyse o iş için harcanacak efor kadar güç sarfetmeyi gerektiren bir demogojiye dönüşebilir. Çünkü kendini kurtarmaya yarayan karmaşık cümleler bu defa amirine geçerli gösterilmesi gereken bahanelere dönüşeceğinden daha açıklayıcı ve ikna edici olmalıdır. Ancak bilgisayar bilmeyen bir amre ne kadar gerçekçi olursa olsun imkansızı anlatmak bilgisayar terimleri ile mümkün değildir. Bunları onun anlayacağı seviyeye indirmek için bilgisayarcının oldukça geniş bir hayal gücünün, sabrının olması ve destekli atması gerekir.

Renkli kartuşların henüz icad edilmediği ve dotmatrix olarak tabir ettiğimiz büyük ve gürültülü bir şerit yardımıyla aldığı bilgileri kağıt üzerinde yazan yazıcıların olduğu dönemlerde büyük bir holdinge ait bir petrol şirketinde çalışıyordum. Henüz Bill Gates Windows 95'i piyasaya çıkarmamış DOS tabanlı programların yaygın oldugu bir dönemdi. O dönemde yeni kullanılmaya başlanan ve çok pahalı olan lazer yazıcılar şirkette ancak bir kaç kişide bulunuyordu. Söz konusu petrol ve petrol sahaları olunca; saha raporları, fizibilite raporları basabilmem için benim de bir lazer yazıcım ve Windows for Workgroups yüklü bir bilgisayarım vardı. O dönem için fiziksel açıdan oldukça donanımlı bir elemandım. Fiziksel açıdan diyorum çünkü bahsi geçen iş yerim ilk tecrübemdi. Henüz bilgisayar hakkında öğrendiğim “bilgi”lerimi “sayar” bir kişi düzeyine gelememiş olsam da, sekreter olarak göreve başladığım bu işyerimden o dönem için oldukça iyi bir operatör olarak mezun olacaktım. Bir müddet genel sekretaryada işi öğrendikten sonra asıl görev yerim olarak geçtiğim petrol şirketinde bütün amirlerim yıllarca TPAO’da görev yapmış devlet memuru zihniyetinden yeni kurtulmuş, alanlarında uzman jeolog ve petrol mühendisleriydi.

Operatörlüğümün doruklara ulaşmasına neden olan o dönemde sahip olduğum fiziksel donanım, alanındaki başarısını şirkette tüm raporları yazıyor olmaktan edindiğim engin petrolcü bilgimle bile ölçemeyeceğim Kıdemli Uzman Jeolog (KUJ) gibi hala şaşırdığım bir ünvana sahip Yasin Bey’in kıdemsiz bilgisayar uzmanlığı yüzünden sürekli başıma dert oluyordu.

Yasin Bey, Kazakistan'da işletilmesi düşünülen petrol sahaları için fizibilite raporları hazırlıyor ama raporlarda milyonlarca dolarlık hesaplarla değil de nedense çizgilerle ilgileniyor, çizgilerden arta kalan zamanlarında ise raporların asıl konusu olan maliyet hesapları ile uğraşıyor ama bir türlü sonuçları tutturamıyordu. Çünkü gelirden gelir çıkarılarak kar hesaplanamayacağını anlatmaya çalıştığım amirim her karşısına dikildiğimde kırmızı kalemlerle özenle çiziktirdiği raporları elime tutuşturup çizgilerin kalınlıklarını değiştirmemi istiyordu. Günlerce aynı rapordaki tabloların çizgilerini bir kalınlaştırıyor bir inceltiyorduk. O sıralar daha yeni keşfediyor olduğum MS Excel de tablo yapmayı onun sayesinde doğuştan biliyormuş kadar öğrenmiştim. Tablonun bir satırı kalın çizgili bir satırı ince çizgili olsun diye tek düze hayatımız oldukça çizgilenmiş, hatta çizik içinde kalmıştı. Bu kadar çizgili bir hayat en sonunda benimde çıldırmama sebep olmuş, istifa mektubun ekine çizgileri ile oynanmış yüzlerce sayfa eklememe neden olmuştu. Kabul edilmeyen istifamın ekindeki çizgiler yüzünden ziyan olmuş yüzlerce kağıt ise hiç beklemediğim bir şekilde Yönetim Kurulu odasını boylamış ve Yasin Bey’in hazin sonunu hazırlamıştı. Aslında kendi kariyer çizgime çekmek istediğim bir çizgi maalesef hedefi şaşırmış ve amirimin kariyer çizgisinde derin bir kesiğe yol açmıştı. Neyseki böyle bir olaya sebep oluşum yüzünden duyduğum vicdan azabı 6-7 ay sonra yine anlamadığım bir sebepten Yasin Bey’in şirkete geri dönmesi ile sona erdi.
Aslında çok hoş sohbet ve tatlı bir insan olan Yasin Bey nedense bilgisayala ilgili bir iş söz konusu olduğunda Dünyayı Kurtaran Adam gibi davranmaya başlıyor ve maalesef ilginç istek ve teorileriyle dünya üzerindeki insanları olmasa bile içimdeki insanlığın yok olmasına neden oluyordu.

Bir keresinde kendisine o döneme ait son model lazer yazıcı ile bile son satırı kırmızı basamayacağımızı anlatmak için saatler harcamıştım. Bir tülü anlamıyordu nedenini, sanırım elimizdeki lazerin şu bilim kurgu filmlerinde dünyayı ele geçirmeye yarayan lazerle aynı şey olduğunu sanıyor, sanmakla da kalmıyor illa olsun istiyordu. Ekranda kırmızı görünebilen bir satır bu muhteşem alet sayesinde nasıl oluyorda sadece siyah olabiliyordu canım. Ah Yasin Bey’ciğim bugün birlikte çalışacaktık ki ben size gökkuşağı gibi rengarenk raporlar basabilecektim, ama ne çare ki kısmet değilmiş.

Bilgisayarla direkt ilgili olmasa da Yasin Bey ile yaşadığım bir diğer ilginç anıyı da burada anlatmadan geçemeyeceğim. Şirketin Azerbaycan’da bulunan ortakları önemli bir gündemi görüşmek için apar topar Ankara’ya gelmişler ve ayaklarının tozu ile geldikleri toplantı odasında Yasin Bey’in Genel Müdürümüzün isteği üzerine kağıda karalayacağı gündemi bekliyorlardı. O kadar acil bir durumdu ki Genel Müdürün gündemin bilgisyarda yazılıp çoğaltılmasına bile tahamülü yoktu. Ama Yasin Bey’di bu durur mu sekiz, dokuz maddeden oluşan gündemi bir çırpıda yazmış ve bilgisayarda temize çekmem için bana getirmişti. Bende hiç oyalanmadan batının en hızlı klavye kullanan kovboyu olarak hazırlamış, katılımcı sayısı kadar çoğaltmış, işini yapmış birinin haklı gururu içerisinde gülümseyrek Yasin Bey’e uzatıyordum. Ama Yasin Bey kendinden bekleneni yaparak bir hata olmaması için dikkatle kontrol ettiğim bir sayfa yazıyı eline alarak, meşhur kırmızı stabilo kalemini cebinden çıkarmış şaşkın bakışlarıma aldırmadan bir şeyler karalamaya başlamıştı. O kadar emindim ki hatasız yazdığımdan ne yaptığını anlamak için eğildiğimde artık şokun başlangıcındaydım.

Yasin Bey içeride bekleyenleri hiç umursamadan gündem de yer alan şirket isimleri, Azerbaycan ve Türkiye ifadelerine eklenmiş takılardan yer alan bütün üstten ayıraçları (apostroph) hiç üşenmeden tek tek çiziyordu. Kağıt üzerinde kan gövdeyi götürürken, kanım beynime çoktan varmış, gözlerimi bile bürümüştü. Bir tek ağzım kilitlenmişti “Peki ya içeride bekleyenler..” diyebilmiştim sadece..

Kendine güvenle kafasını kağıttan kaldıran Yasin Bey, gözlüklerini burnunun üzerine düşürerek özel isimlere gelen takıların ayıraç ile ayrılmayacağını hiç anlayamadığım bir mantık zinciri içerisinde sakin sakin açıklamaya başladığında artık kendimi alacakaranlık kuşağında gibi hissetmeye başlamıştım. Ben uzayda bir ilkokula mi gitmiştim de acaba bunları hiç duymamıştım. Kafamdan ışık hızıyla geçen, bir seri Yasin Bey cinayetleri fantezisi, toplantı odasının kapısını hışımla açıp nerde bu gündem diye kükreyen Genel Müdürümüzün sesiyle yarıda kalmıştı. Benim bön bön baktığımı gören Genel Müdür Yasin Bey’in yanına gelip elindeki kağıtları almış ve yürekten bir ya sabır çekerek toplantı odasına geri dönerken Yasin Bey’de sanki hiç bir şey olmamış gibi bana el sallayıp peşinden odaya daldı.

Artık Yasin Bey hakkında delil toplama zamanı gelmişti, acayip hırs yapmıştım. O andan başlayarak karaladığı her kağıdı çekmecemde saklamaya başladım. Hatta benden geri alacağını bildiklerimin fotokopisini çekiyor ve çekmeceme yığmaya devam ediyordum. Bir ayda elimde beş top A4 olacak kadar karalanmış kağıt birikmişti... Artık yeterli delilim olduğuna inancım yeni oluşmuştu ki, Yasin Bey’in beni çıldırtıp tansiyonum düşmesine ve geçici şuur kaybına uğramama neden olup arkasından bir küp şeker ve su bardağı ile gelip sırıtarak “Hadi bunu iç düzelirsin sonra da işimize bakalım..” demesi ile bende ipler kopuverdi. Bir sayfa istifa mektubu ve Beş top A4’ümü kucakladığım gibi personel müdürünün yanında aldım soluğu. Ama o kadar ağlıyordum ki adamcağız ne dediğimi bir tülü anlamıyor elinde bir kucak dolusu kağıt ile karşısında ağlayıp duran bana öylece bakıyordu. Aslında söyleyeceklerimi çok güzel planlamıştım hemde günlerce, ama maalesef söylemem gerektiği anda ağzımdan ve burnumdan boşalan sular yüzünden (ki bu planda yoktu) konuştuklarımdan bir şey anlaşılmıyordu. Yine bir bardak su ile olaya çözüm bulan personel müdürü bir de küp şeker ikram ederek “Hadi bunu iç düzelirsin...” demediği için ne kadar şanslı bir adam olduğunu hiç bilemedi tabi. Sonrası daha önce anlattığım gibi hazin bi hikayeye dönüşen bu maceraları şimdi gülümseyerek hatırlamamı sağlayan Yasin Bey umarım sağlıklı ve mutlu olarak yaşamına devam ediyordur.

Ah bu iş yerleri (1)


İKİNCİ BÖLÜM

İnternet Uzmanı olmak “bilgisayarcı” olmanın alt başlıklarından biridir. Ancak her “bilgisayarcı” İnternet Uzmanı olmadığı halde her İnternet Uzmanı bir “bilgisayarcı”dır gerçeğini mesleğime saygım açısından (!) burada ifade etmek durumundayım. Daha açıklayıcı olması açısından bunu her kadın anne değildir ama her anne kadındır gibi manasız bir örnekle desteklemek istedim yeniden. Tabi bu konu üzerinde bu kadar hassasiyetle durmamım sebebi yaptığım iş olduğu söylememe gerek yok sanırım.

Çeşitli ortamlarda İnsanlar ne iş yaptığımı sorduklarında öncelikle “webmaster” diyor, kişilerin surat ifadesindeki boşluğu gördüğümde ise “internet uzmanı” diye düzeltme yapsamda, içlerinden “ne yaparki bu” dediklerini gösteren “haaa!” ünlemini duyuyorum. Onlar bilmediklerini göstermek istemedikleri için sormadıklarından bende anlatmaya üşendiğimden konu kapanıyor ve bir daha işimle ilgili sorular sormuyorlar ya da kısaca “bilgisayarcı”yım deyip geçiyorum. Öyle söyleyince herkes anlıyor çünkü.

Düşünsenize “bilgisayarcı” deyince benim kafamda, raflarında bilgisayarlar bulunan bir dükkan canlanırken onların kafasında benim gibi biri canlanıyor. İhtiyacı olan olursa “Algıda Farklılık”ı gösteren çok iyi bir örnek bence.

Bazen de işimin kapsamını anlamış konu hakkında bilgili dost ve tanıdıklar çocuklarının ödevleri – biliyorsunuz artık okullarda bilgisayar derslerine konu oluyor internet - , ben bu işi kaparsam çok para kazanırım hevesleri, ay bende kendime ait bir sayfa yapayım internette yerim olsun şeklindeki düşüncelerle benden ricalarda bulunuyorlar. Aslında yardım etmeye ve öğretmeye hevesli kişiliğim bu tekliflerin olur olmaz zamanlarda yapılması nedeni ile biraz zarara uğrasa da yinede elimden geldiğince kimseyi geri çevirmemeye çalışıyor isteyen herkese bu işi öğretmeye hazır olduğum sinyallerini veriyorum.

Aslında bu işi şu ya da bu sebeple yapmak isteyenler çok da haksız sayılmazlar. Çünkü bence internet insanın önüne gerçekten yeni bir dünyanın kapılarını açıyor. Bir kere herşeyden önce kendinizi özgürce ifade edebileceğiniz, sınırları olmayan, cinsiyet, millet, dil, din, ırk, boy, pos ve insana dair fiziki veya coğrafi hiç bir ayrımı olmayan koskoca bir dünya burası. Yani tam da gerçekte olmasını istediğimiz gibi.. Tabi ki burada internetin avantaj ve dezavantajlarını tartışmak değil amacım. Özetleyecek olursak iletişimin ve ifade özgürlüğünün oldukça zayıf olduğun günümüzde kendimizi ifade etmek için bulabileceğimiz en iyi araç olduğunu düşünüyorum.

Artık her türlü uygulamanın internet tabanlı yapılarak kişilerin yerlerinden kalkmadan pek çok işlerini halletmelerini sağlayan sistemler çağdaşlığın bir gereği olarak görülüyor. Bu nedenle kurumlar hizmetlerini mümkün olduğunca hızla yaygınlaşan internet kullanıcılarına ulaştırmak için çaba sarfediyorlar. Peki bu çabanın esas emekçileri olan bizler daha önce anlattığım “bilgisayarcı” olma sendromu içerisinde neler yaşıyoruz hiç düşündünüz mü?

Bilgisayarcı şeytan üçgenin ilk kenarı olan amir bilgisayarcı ilişkileri tarafların blgisayar bilgilerine göre kendi içinde bölümlere ayrılır.

Bu ilişki çeşitlemeleri amir ve bilgisayarcının kişilik özelliklerine göre dallanıp budaklanıyor olmasına rağmen biz sadece bilgisayar konusunda budaklanmış kısmı ile ilgileneceğiz.

İşyerlerinde kodaman takımı olarak tabir edebileceğimiz amirler de aynı biz alaylı bilgisayarcılar gibi, ya bilgisayarı sonradan öğrenmişler ya da hali hazırda öğrenme aşamasında olan kişilerden oluşur. Tabi burada ben bilgisayar bilmeden de işlerimi götürebilirim sınıfına dahil olan bir takım kendinden emin amirleri de unutmamak gerek.

Bir amirin astını denetleyebilmesi yetki alanındaki her işten az da olsa anlaması lazım tezinden yola çıkarak bu kişiler zaman zaman olmayan bilgisayar bilgilerin örtbas etmek için çeşitli yöntemlere başvururlar. Bunlar pek bilimsel olmamakla beraber, tamamen amirin artistik ve politik yetenekleri ile doğaçlama üzerine geliştirilmiş yöntemler olduğundan burada ancak örneklerle anlatabilecek ve sınıflara ayıramayacağım.

Bilgisayarların şirketlerde ilk yaygınlaştığı dönemlerde çalışanlar amirleri tarafından geliştirilen şirket politikaları gereği pek çok işi kağıt kalem ve daktilodan vazgeçerek bilgisayarda yapmak durumunda kaldılar. Bu dönemleri bizzat yaşayıp görmesem de anlatılanlardan hatırladığım bir kaç anıyı yeri geldikçe sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kağıt kalem ve dosyalama iş oldukça yoğun bir kamu kuruluşunda görev yapan bir tanıdığım kuruluşun elindeki bütün bilginin bilgisayarlara aktarılması konusunda aldığı karar doğrultusunda, öncelikle çalışan-bilgisayar ihtiyacı denklemini çözmüş ardından gerekli alt yapı ve donanımı hazırlamış ve sıra çalışanlara bu hizmetin tanıtımı ve sunumu aşamasına gelinmiştir. Ancak var olan tüm bilgiyi bir arada takip edebilmek için geçmişe dönük epeyce bir bilgiyi de bilgisayara işlemek gerekmiştir. İşin planlama aşamasında bilgisayarın herşeyi kendi başına yapabileceğini sanan çalışanlar bu bilgileri kendilerinn sisteme gireceğini öğrenince oldukça büyük tepkiler vermişlerdir. Çünkü daha önce kağıt kalem ve daktilo ile yazmış oldukları raporlar, finansal değerlerin şimdi tek tek bir yazılıma işlenmesi gerekmiştir. Belgelerin çoğunun fizibilite raporlarından oluştuğu bu kurumda tüm sistem tamamlandıktan sonra bile uzun bir süre kimse bu işi yapmaya yanaşmamış ve bilgilerin sistemlere aktarılması raporların hazırlanmasından bile daha uzun bir zaman almıştır. Bu arada çalışanların kafasında oluşan bilgisayar imajı ayaklar altına düşmüş, bu teknoloji harikasının sadece kendilerine eziyet olduğunu düşünen kurum çalışanları muhtemelemen gelecek nesillerine bilgisayar hakkında aktaracakları kötü anılara sahip olmuşlardır. Bu arada bu sistemi kuran ve işletmekle yükümlü bilgisayarcı arkadaşlar kurum çalışanları tarafından yönetim yanlısı, istenmeyen kişiler olarak ilan edilmiş ve yıllarca bu kara leke ile çalışmak zorunda kalmışlardır. Bilgisayarlarda oluşan en ufak bir arızadan hatta elektrik kesintilerinden doğan bilgi kaybından bile sorumlu tutularak psikolojik işlkenceye maruz bırakılmışlardır.

Bu tür ortamlarda bilgisayarcı olmak gerçekten zordur. Bir tarafta kararlar alıp uygulanmasını isteyen amirler, diğer tarafta yıllardır alışmış oldukları çalışma sistemini ve rahatlıklarını bozmak istemeyen çalışanlar ve tabi arada kalan biz bilgisayarcılar. Her iki tarafında bilgisayar bilgisi zayıf olan bu çeşit ilişkilerde bilgisayarcı, sistemi amirinin uygun gördüğü şekilde kurmak, ayakta tutmak, bilgisayarları kullanıcıların ve virüslerin azabından korumak, kullanıcıları da bilgisayarın ne kadar faydalı eserler olduklarını anlatmaya çalışmak gibi pek çok görevi bir arada yürütmek zorunda kalırlar.

Neyseki günümüzde artık kullanıcılar bilgisayarlara alıştılar en azından kendi başlarına açıp kapatabiliyor, “enter” dediğinizde klavyedeki hangi tuşu kasttetiğinizi üç saniye içinde anlayabiliyorlar.

Bir bilgisayar şirketinin destek hattını mouse pad’i bittiği için faremi hareket ettiremiyorum diye arayan bir kullanıcının aradığını, bir başka yazılım destek görevlisinin bir kullanıcıya telefonda yeni bir pencere açın dediğinde kullanıcının kalkıp odanın pencerelerini açtığını ve birinin de fareyi televisyon uzakta kumandası gibi kullanarak bilgisayarda işlem yapmaya çalıştığı ve benzeri pek çok anı okumuştum. Eğer telefonda müşteri desteği veriyorsanız gerçekten bu tür olaylar yaşamanız kaçınılmaz oluyor.

Benim gözlemlediğim ve yaşadığım kadarıyla kullanıcıların ilk sözü genellikle “Bu sistem hata veriyor” oluyor.


Bir keresinde bağlı olduğum kurumun isteği üzerine müşterilerin internet üzerinden dolduracakları bir form hazırlamıştım. Formu hazırlayan ben olduğum için müşteriler de sorun yaşadıklarında beni arıyorlardı.




Türkiye’de bilgisayarcı sayısının bugune nazaran daha az olduğu dönemlerde çalıştığım bir şirkette, sanki hepimizin bilgisayar denen aletin başında döktüğümüz terler yetmezmiş gibi, çok sayın genel müdürümüz ülke sınırları dışına hiç taşmamış ve taşmayacak bir hizmet sunan şirketimize Türkçe’nin “T”sini bilmeyen yabancı uyruklu bir Bilgi – İşlem Sorumlusu almıştı. Yeni arkadaşımız bize tanıştırılmak üzere katları dolaştırılırken herkes koridorlara çıkmış şaşkın şaşkın çocuğa bakıyordu. Ne de olsa o bir yabancıydı ve üstelik hiç Türkçe bilmiyordu. Daha tanıştırılma aşamasında bile, bir grup “Ulan olm şimdi bu bişey sorar da cevap veremessek!” telaşına düşmüş, aklından okul yıllarında öğrendiği bir kaç kelime ve kalıbı hatırlamaya çalışıyor, diğer bir grup ise masaların başında kümeler oluşturmuş, tanışma sırasında söylenecek kelimelerin muhasebesini yapıp ellerinde ki Türkçe-İngilzce sözlükten yararlanarak cümleler yazmaya çalışıyordu. Okul yıllarında hazırlık okumuş İngilizce’sine güvenen arkadaşlarımız ise bilgisayarlarının başından hiç kalkmıyor ve durumu umursamıyor davranışı içerisinde yan gözle bizleri izliyor ama İngilizce bilmeyenler grubuna dahil olmamak için yerlerinden kalkıp yanımıza gelemiyorlardı. O gün şirkette gerçekten büyük bir değişim yaşanmış hepimiz İngilizce’mizi gözden geçirmiş ve birden bire bütün bilgisayarlar sorun çıkarmadan çalışır duruma gelmişti. Hatta bir türlü susmak bilmeyen Bilgi İşlem telefonu uzun bir süre çalmamak üzere derin bir sessizliğe gömülmüştü. Bilgisayar ve İngilizcesi kıt çalışanlara Türkçe bilmeyen bir Bilgi-İşlemci almak gerçekten bir deha ürünüydü sanırım. Zavallı bilgi-işlem sorumlumuz bütün gün odasında tek başına oturuyor koridora çıktığında ise etrafındakilerin kendisine her rastladıklarında “hello, how are u?” demelerinden başka bir şey duymuyordu. Muhtemelen bu ortam içinde o da bırakın Türkçe yi öğrenmeyi, bildiği İngilizce’yi bile unutmuştu. Ama bu arada hepimiz bir sorunla karşılaştığımızda artık ağlayacak kimseyi bulamadığımızdan ve engin İngilizce’mizi ziyan etmek istemeyişimizden başımızın çaresine bakmayı öğrenmiş ve canavar gibi birer bilgisayarcı olmuştuk. Hatta kendi sorunlarını diğerlerinden daha başarıyla çözen arkadaşlar yan masaların sorunlarını da halleder hale gelmişti. Bizim yabancı Bilgi İşlemcimiz ise bir sene boyunca sorumlu olacak bir iş bulamayınca, yabancı uyrukluların daha yoğun görev yaptığı başka bir sektöre geçmiş ve bir daha da bizi ne arayıp ne sormuştu. Bundan sonra ne mi oldu? Damarlarında asil Türk kanı dolaşan yeni bilgi işlemcimizin gelişiyle hepimiz yeniden bir sürü sorun yaşamaya başladık.

Bilgisayarcı geldi hanım!

Halk dilinde “bilgisayarcı” olarak anılan bizler aslında pek çok alanda olduğu gibi bir çok alt dala ayrılan mesleğimizin kapsamını oyle kolay kolay herkese açıklayamayız. Zira gunde sekiz veya dokuz saat bilgisayar başında oturarak çalışan, hele ki işinin tüm süreci bilgisayar üzerinde tamamlanan biri iseniz “bilgisayarcı”sınız demektir ve toplum tarafından bilgisayar ile ilgili herşeyi bildiğiniz varsayılır. Örneğin kendi halinde bir bilgisayar oparatörü iseniz bile bu gizemli aletin içindeki tüm parçaları eksiksiz sayabildiğiniz ve hatta söküp takabilme becerisine bile sahip olduğunuz sanılır. Bu iyi bir TV izleyicinin aynı zamanda TV tamircisi olmasını beklemek gibi bir şeydir.

Hatta şöyle iki laf edelim kafamızı dağıtalım diye gittiğiniz dost evlerinde bulunan her bilgisayarın “teknik elemanı” haline gelir, sırf bu nedenle oturmaya davet edildiğiniz bile olur. Sonra herkes muhabbet edip çayını içerken siz de “bilgisayarcı”lığın şanına uygun bir şekilde işi halletmeye çalıştığınızdan, tüm gün oturduğunuz yetmiyormuş gibi bütün gece bilgisayarın başında “offf..!” çeker durursunuz. Çünkü işin ucunda birde, bak “bilgisayarcı”yım diyor ama bişey halledemedi laflarını işitmek vardır ki, bu da hiç bir “bilgisayarcı”nın işine gelmez. Hele ki kendini ispat çabası içinde bu işe yeni soyunmuş bir “bilgisayarcı” ise... Zira bir yandan bir çok insanın bozulacak diye kullanmaya korktuğu bir makinayı tüm gün cesurca kullanıyor olmanın karizması “demoklesin kılıcı” gibi tepenizde asılı durmaktadır.

Bilgisayarın sosyal iletişimi öldürdüğü, insanları bireyselliğe ittiği söylensense de bence bu düpedüz bir yalandır. Çünkü az önce anlattıklarımın ötesinde, birde mesai saatlerinde “bilgisayarcı” olmanın verdiği karizma ile müşteri ve mesai arkadaşları ile girilen bilgisayar konulu iletişim söz konusudur. Hele ki benim gibi işiniz internet ile ilgili ise bu iletişim tanıdık, tanımadık herkesle devam eder ve hiç bitmez.

Mesai arkadaşlarınızın günlük bilgisayarla ilgili işlerinde “F1 Yardım Menüsü” sıfatıyla yer alır. Zaten tüm yazılımlarda var olan yardım dosyalarının, günlerce çalışıp, özene bezene hazırlanmış yardım sayfalarının sözlü temsilcisi olarak dolanır durursunuz. Bence bu nedenle yazılımlar için bu yardım sayfalarını hazırlamak gereksiz bir iş gücü ve zaman kaybıdır. Bunun yerine “Hızır Efbir (F1) Yardım” ekibi kurularak iş yerlerinde bulundurulmaları, o iş yerinde çalışan sözlü temsilcileri rahatlatacağı gibi yazılım firmalarının bu ekibi kiralamasından kazanacakları para ile yazılımdan kazanacakları parayı katlamaları söz konusudur. Ya da “Efbir Yardım Sözcüsü Sertifikası Sınavı” açılarak bu sertifikaya sahip uzman “Efbir Yardım Elemanları” bulundurmak firmaların yapacağı en akıllı işlerden biri olacaktır. Zira çevrelerine “Hızır Efbir Yardım”ı yapmaktan kendi işine bir türlü zaman ayıramayan bir çok meslektaşımız mağdur durumda kalmaktadır. Eski çalıştığım iş yerlerimden (ticari yazılım üreten bir yerdi) birinde bu nedenden dolayı bana soru sorulmasını yasaklayan bir Genel Müdür’üm vardı. Çünkü ben masalar arası “Microsoft Office Hızır Efbir Yardım”ı yapmaktan asıl işim olan “Yazılım Dökümantasyon Sorumluluğu” görevimi sorumsuzca ihmal eder konuma düşmüştüm. Bu arada “Yazılım Dokümantasyon Sorumlusu’”unun asıl görevi yazılımın F1’e basınca çıkan yardım metinlerini oluşturmak ve kullanım kılavuzlarını yazmaktı.

“Bilgisayarcı”nın ikinci iletişim ağı müşterilerle olandır ki bu içeride yaşanan “Hızır Efbir Yardım”cılığından çok daha vahim ama bir o kadar da eğlenceli bir iştir. Müşteri ile telefonda bilgisayar konusunda anlaşmak akıllara zarar sonuçlar doğurabilir. Çünkü asla telefonun diğer ucundaki kişiyle aynı şeyi aynı ifadelerle tanımlayamayarak ve sorunun nerden kaynaklandığını bulmak için dakikalarca gevezelik etmek durumunda kalırsınız. Bunun pek çok örneğini zaten internette dolaşan e-postalarda okumuşsunuzdur. Okurken çoğuna kahkahalarla güldüğüm bu e-postaların çoğu aslında “Gülerim ağlanacak halimize” atasözünün bir sonucu olarak tamamen gerçek olaylardan oluşmaktadır.

Bir keresinde bir arkadaşımdan “Bilgi İşlemcileri Mutlu Etmenin Yolları” başlıklı bir e-posta almıştım. Mesajda bilgisayarcıların yaşadıkları olaylar öyle eğlenceli bir dilde anlatılıyordu ki, Bilgi İşlem Bölümü olarak bunu tüm kuruma göndermeye karar verdik. Mesajda yazanlar o dönemde çalıştığımız kurumdaki amirlerimiz tarafından bir şikayet dilekçesi gibi alıgılanmış ve onları çok şaşırtmıştı ki paniğe kapılmış, koşarak neden memnun olmadığımızı sormak üzere odamıza gelmişlerdi. Çünkü anlatılanlar bize çok eğlenceli gibi gözükselerde aslında hepsi her gün yaşadığımız olayların kısa bir özetiydi ve belli ki amirlerimizde bunun farkındaydı. Mesajı bizim yazmadığımızı ikna etmek oldukça zor olmuştu kendilerine. Buna sevinmişlerdi tabi, sonuçta amacımız sadece eğlenmekti, bir şikayetimiz yoktu. Saftık sanırım...

Böyle mesajların internette sıkça yer almasının nedeni “Bilgisayarcı”ılar sanki kendileri bu işi analarının karnında öğrenmişler gibi kullanıcıların yaptıkları hataları birbirlerine anlatıp gülmekten büyük zevk almalarıdır. Bana göre bunun temelinde çocukluklarında veya ilk gençlik yıllarında yaşadıkları acı anıların izleri vardır. Şimdi bu da nerden çıktı demeyin. Sigmund Freud olsaydı kesinlinke bunları çocuklukta yaşanan cinsiyet veya cinsellikle ilgili bir konuya bağlardı belki ama ben bir “bilgisayarcı” olarak itiraf ediyorum ki bunun esas sebebi “bilgisayarcı”larında bilgisayar kullanmayı bilmedikleri dönemlerde bir başka “bilgisayarcı” tarafından gülünecek bir hikayenin kahramanı olmuş olması ya da iki “bilgisayarcı”nın bilgisayar konulu sohbetlerine üçüncü kişi olma hatasına düşmüş olmalarıdır.

“Bilgisayarcı”ların bilgisayar bilmeyenlerin anlayamayacakları garip bir dilleri ve espri anlayışları vardır. Bu dilde bazı kelimeler o kadar Türkçe değildir ki, bilgisayar bilmeyen birine bunların ne olduğunu anlatmak için bir İmla Kılavuzu ve Türkçe Sözlüğe ihtiyacınız olabilir. Hatta inanın ben bile bunca yıldır bilgisayarla çalışmama rağmen hala ana dilim gibi konuşabiliyor değilim. Ama artık “bilgisayarcı” sohbetlerinde üçüncü kişi olduğumda anlamadığım bir konu açıldığında “aa kuş geçti!” gibisinden atraksiyonlarla konuyu değiştirmeyi ya da çok ilgimi çekmiş gibi gözlerimi kocaman açarak (hatta zaman zaman etkili olsun diye ağzımı da açarak) “himm..!”, “bence de..”, “yok yaw!” gibi ifadelerle kendimi ve psikolojimi korumayı başarabiliyorum ve tabi samimiyetine güvenmediğim arkadaşlarıma “yaw şöyle bişiyden bahsediyorlar bu ne ola ki?” gibi sorular sormayarak hiç bir “bilgisayarcı” hikayesinin komik kahramanı olmamaya özen ve çaba gösteriyorum.

Bu dil bazen öyle ağzınıza yapışıyor ki kendi kendinize düşünürken ya da evde ilgisiz başka bir şeyle uğraşırken bile beyninize işleyen çağrışımlarla gerçek dünya ile sanal dünya arasında garip bağlantılar kurabiliyorsunuz. Örneğin ben çoğu zaman pek çok şeyin gerçek hayatta da “undo/geri al” yapılabilmesini isterdim. İlk bilgisayarla ilgilenmeye başladığım dönemde “benim diğerlerinden neyim eksik diyerek” bilgisayarla ilgili herşeyi öğrenmeye çalışıyordum. Kafamın içi öyle dolmuş ve karışmıştı ki o zamanlar moda olan kaset çekme olaylarında arkadaşlarıma kaç tane “kaset save” ettiğimden bahsediyor ayna yerine “ekran” diyor, her gördüğüm tabelanın ve yazının “font tipi” ve “font büyüklüğü”nü şıp diye söyleyebiliyordum. Bir arkadaşım askerde “yazıcı” olduğunu söylediğinde ise gözümde kafası arkadaşıma ait kolları ve bacakları olan bir printer canlandıracak ve arkadaşımın şaşkın bakışlarına aldırmadan kahkahalarla gülecek kadar beynim doluydu bu işle.

Bir kere bilgisayarcı dilini kaptınız mı, bu size bazı durumlarda büyük avantajlarda sağlayabiliyor tabi.. Mesela çalıştığınız kurum ya da kuruluşta amiriniz olarak görev yapan kişiler sizin kadar (!) bilgisayar bilmiyorlarsa, hazırladığınız bir sistemde tamamen sizin dikkatsizliğiniz sonucu oluşmuş bir hata yakaladıklarında onlara rahatlıkla şu türden cümleler kurarak kendinizi kurtarabiliyorsunuz “Sistem katalizörlerinden birinde bed sektör durumu olmalı, serverları şat davn etmeyi deneyebiliriz”. Bu yanıta bir amirin vereceği yanıt “Bir bakın bakalım”dan öteye geçemez, zira zaten bu yanıtın büyük bir kısmı hiç bir anlam ifade etmemekle beraber birbiriyle ilişkisi olmayan kelimelerin ardardına dizilerek oluşturdukları bir trene benzemekte ama kesinlikle hayat kurtarmaktadır.

Şimdi size oturup da hangi uzman “bilgisayarcı” nelere kadirdir diyerek görev tanımları vermek istemiyorum ama “bilgisayarcı”ları ikiye ayıran en temel ayrımdan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Çevrenizde gördüğünüz bilgisayarla çalışan insanlardan – ki bunlarla bilgi işlem başlığı altında görev yapanları kastediyorum – bir bölümü “Mektepli” olarak tabir edeceğimiz üniversitelerin bilgisayar mühendisliği, bilgisayar programcılığı ve dengi bölümlerden mezun olan arkadaşlarımızdan oluşmakta, çoğunluğu oluşturan bir diğer bölümü ise “Alaylı” olarak tabir edebileceğimiz bir çeşit sonradan görme/öğrenme bilgisayarcılardır. Bu ikinci sınıfta yer alanlar üniversitelerin herhangi bir bölümü veya dengi okullarından mezun olmuş, muhtelif nedenlerle okudukları okulların verdiği eğitime yönelik bir iş bulamamış ve yanlış meslek erbabı olmuş arkadaşlardır. Ben bizzat bu sınıfta yer alan bir “bilgisayarcı” olarak yıllarıdr “mektepli” arkadaşlarımın okulda öğrendiklerini “deneme-yanılma” vb sistematik (!) yöntemlerle öğrenmeye çalışan bir internet uzmanı olarak çalışmaktayım.

Tabi ilkokula giden çocukların bile birer “alaylı bilgilsayarcı” sayılacağı günümüzde bu pek büyük bir başarı sayılmaz. Ama ne çaredir ki bizim neslimizin bırakın ilkokulu üniversitede bile bilgisayara dokunup başını göğe erdirme şansı oldukça düşüktü. Bu nedenle özel bir okulda görev yapmaya başladığım günden beri çocuklardan gelecek sorulardan, mesai arkadaşlarımdan gelecek sorulardan daha çok korkar oldum. Çünkü o tertemiz beyinleriyle herşeyi öyle ilgiyle araştırıyor ve hızlı öğreniyorlar ki sordukları soruları soracak duruma gelmek için bizim neslin “alaylı bilgisayarcı”larının daha kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor. Bu çocuklar bilselerdi aslında bizden çok çok önde olduklarını herhalde gelip de o soruları bizlere sormazlardı zaten.

Benim iki satır kod yazıp yaşasın çalışıyor diye zafer naraları attığım günlerde daha ortaokula giden öğrenciler gelip internet uzmanı ablalarına sorular sorarak feyz almaya çalışıyorlar ancak ablalarının meşguliyetlerinin fazlalağı (!) nedeniyle sorularına bir türlü yanıt alamıyorlardı. Hele bir tanesi vardı ki gözlüklerinin altıdan ışıklar saçan gözleriyle sorduğu sorular bana ecel terleri döktürüyordu o zamanlar. Zaten günlük aktivitelerinden bahsettiğinde bile “peki sen ne zaman uyuyorsun?” şeklinde dumur sorularıma maruz kalan bu genç deha eminim şimdi beni çoktan aşmıştır – ki zaten artık gelip sorular sormadığından bu açıkça belli oluyor-. Sırf bu nedenden dolayı şimdi üç yaşında olan oğlum bilgisayarın başına oturup da bana ecel terleri döktürecek seviyede bu işi öğrenmeden emekli olmayı düşünüyorum. Sorularına kem kümden öte cevap veremeyen bir anne olmaktansa, bir zamanların “İnternet Uzmanı” karizmatik bir anne olarak çocuğumun anılarında yer almayı tercih ediyorum sanırım.

Tabi bu anlattıklarımın pek çoğu Türkiye’nin renkli ve düzensiz sistemlerinin bir sonucu olarak doğuyor ve yaşanıyor. Yaşamının bir bölümünü şimdi adını hatırlayamadığım bir ABD eyaletinde geçirmiş olan yazılım uzmanı (halk dilinde programcı) bir arkadaşım orda bilgisayarla ilgili her işin sadece bir bölümünde uzmanlaşmış kişiler olduğunu kendi konuları dışındaki bir konuyu asla öğrenmedikleri ve ilgi duymadıklarını anlatmıştı. Yani bir benzetme yapacak olursak bir mutfaktaki ahçıların biri sadece yıkıyor diğeri doğruyor üçüncüsü ise sadece pişiriyor ve hiç biri diğerinin yaptığı işi bilmiyor ve ilgilenmiyordu. Buna literatürde “Fonskiyonel İş Bölümü” deniyor. Oysa ülkemizde her konuda olduğu gibi ahçılar hem yıkıyor hem doğruyor hem pişiriyordu.

Bende bundan dört beş yıl önce çalıştığım kurum tarafından işimle ilgili bir seminere katılmak üzere bir haftalığına Orlando’ya gitmiş ve orada öğenmiştim ki internet bir takım işi, benim tek başıma yaptığım bir iş için orada yedi uzmandan oluşan bir ekip tanımı yapılıyordu. Tabi bu nedenle “Bir Türk dünyaya bedeldir” atasözü bu anımı tanımlayan son cümle olmayı hakkediyor sanırım. Zaten atalarımızın yemeyip içmeyip yaşadığımız her olaya tabir-i caiz ise “cuk oturan” bir cümle kurmuş olmaları daima bende hayranlık uyandırmıştır.