Pazar, Mart 01, 2009

Bilgisayarcı geldi hanım!

Halk dilinde “bilgisayarcı” olarak anılan bizler aslında pek çok alanda olduğu gibi bir çok alt dala ayrılan mesleğimizin kapsamını oyle kolay kolay herkese açıklayamayız. Zira gunde sekiz veya dokuz saat bilgisayar başında oturarak çalışan, hele ki işinin tüm süreci bilgisayar üzerinde tamamlanan biri iseniz “bilgisayarcı”sınız demektir ve toplum tarafından bilgisayar ile ilgili herşeyi bildiğiniz varsayılır. Örneğin kendi halinde bir bilgisayar oparatörü iseniz bile bu gizemli aletin içindeki tüm parçaları eksiksiz sayabildiğiniz ve hatta söküp takabilme becerisine bile sahip olduğunuz sanılır. Bu iyi bir TV izleyicinin aynı zamanda TV tamircisi olmasını beklemek gibi bir şeydir.

Hatta şöyle iki laf edelim kafamızı dağıtalım diye gittiğiniz dost evlerinde bulunan her bilgisayarın “teknik elemanı” haline gelir, sırf bu nedenle oturmaya davet edildiğiniz bile olur. Sonra herkes muhabbet edip çayını içerken siz de “bilgisayarcı”lığın şanına uygun bir şekilde işi halletmeye çalıştığınızdan, tüm gün oturduğunuz yetmiyormuş gibi bütün gece bilgisayarın başında “offf..!” çeker durursunuz. Çünkü işin ucunda birde, bak “bilgisayarcı”yım diyor ama bişey halledemedi laflarını işitmek vardır ki, bu da hiç bir “bilgisayarcı”nın işine gelmez. Hele ki kendini ispat çabası içinde bu işe yeni soyunmuş bir “bilgisayarcı” ise... Zira bir yandan bir çok insanın bozulacak diye kullanmaya korktuğu bir makinayı tüm gün cesurca kullanıyor olmanın karizması “demoklesin kılıcı” gibi tepenizde asılı durmaktadır.

Bilgisayarın sosyal iletişimi öldürdüğü, insanları bireyselliğe ittiği söylensense de bence bu düpedüz bir yalandır. Çünkü az önce anlattıklarımın ötesinde, birde mesai saatlerinde “bilgisayarcı” olmanın verdiği karizma ile müşteri ve mesai arkadaşları ile girilen bilgisayar konulu iletişim söz konusudur. Hele ki benim gibi işiniz internet ile ilgili ise bu iletişim tanıdık, tanımadık herkesle devam eder ve hiç bitmez.

Mesai arkadaşlarınızın günlük bilgisayarla ilgili işlerinde “F1 Yardım Menüsü” sıfatıyla yer alır. Zaten tüm yazılımlarda var olan yardım dosyalarının, günlerce çalışıp, özene bezene hazırlanmış yardım sayfalarının sözlü temsilcisi olarak dolanır durursunuz. Bence bu nedenle yazılımlar için bu yardım sayfalarını hazırlamak gereksiz bir iş gücü ve zaman kaybıdır. Bunun yerine “Hızır Efbir (F1) Yardım” ekibi kurularak iş yerlerinde bulundurulmaları, o iş yerinde çalışan sözlü temsilcileri rahatlatacağı gibi yazılım firmalarının bu ekibi kiralamasından kazanacakları para ile yazılımdan kazanacakları parayı katlamaları söz konusudur. Ya da “Efbir Yardım Sözcüsü Sertifikası Sınavı” açılarak bu sertifikaya sahip uzman “Efbir Yardım Elemanları” bulundurmak firmaların yapacağı en akıllı işlerden biri olacaktır. Zira çevrelerine “Hızır Efbir Yardım”ı yapmaktan kendi işine bir türlü zaman ayıramayan bir çok meslektaşımız mağdur durumda kalmaktadır. Eski çalıştığım iş yerlerimden (ticari yazılım üreten bir yerdi) birinde bu nedenden dolayı bana soru sorulmasını yasaklayan bir Genel Müdür’üm vardı. Çünkü ben masalar arası “Microsoft Office Hızır Efbir Yardım”ı yapmaktan asıl işim olan “Yazılım Dökümantasyon Sorumluluğu” görevimi sorumsuzca ihmal eder konuma düşmüştüm. Bu arada “Yazılım Dokümantasyon Sorumlusu’”unun asıl görevi yazılımın F1’e basınca çıkan yardım metinlerini oluşturmak ve kullanım kılavuzlarını yazmaktı.

“Bilgisayarcı”nın ikinci iletişim ağı müşterilerle olandır ki bu içeride yaşanan “Hızır Efbir Yardım”cılığından çok daha vahim ama bir o kadar da eğlenceli bir iştir. Müşteri ile telefonda bilgisayar konusunda anlaşmak akıllara zarar sonuçlar doğurabilir. Çünkü asla telefonun diğer ucundaki kişiyle aynı şeyi aynı ifadelerle tanımlayamayarak ve sorunun nerden kaynaklandığını bulmak için dakikalarca gevezelik etmek durumunda kalırsınız. Bunun pek çok örneğini zaten internette dolaşan e-postalarda okumuşsunuzdur. Okurken çoğuna kahkahalarla güldüğüm bu e-postaların çoğu aslında “Gülerim ağlanacak halimize” atasözünün bir sonucu olarak tamamen gerçek olaylardan oluşmaktadır.

Bir keresinde bir arkadaşımdan “Bilgi İşlemcileri Mutlu Etmenin Yolları” başlıklı bir e-posta almıştım. Mesajda bilgisayarcıların yaşadıkları olaylar öyle eğlenceli bir dilde anlatılıyordu ki, Bilgi İşlem Bölümü olarak bunu tüm kuruma göndermeye karar verdik. Mesajda yazanlar o dönemde çalıştığımız kurumdaki amirlerimiz tarafından bir şikayet dilekçesi gibi alıgılanmış ve onları çok şaşırtmıştı ki paniğe kapılmış, koşarak neden memnun olmadığımızı sormak üzere odamıza gelmişlerdi. Çünkü anlatılanlar bize çok eğlenceli gibi gözükselerde aslında hepsi her gün yaşadığımız olayların kısa bir özetiydi ve belli ki amirlerimizde bunun farkındaydı. Mesajı bizim yazmadığımızı ikna etmek oldukça zor olmuştu kendilerine. Buna sevinmişlerdi tabi, sonuçta amacımız sadece eğlenmekti, bir şikayetimiz yoktu. Saftık sanırım...

Böyle mesajların internette sıkça yer almasının nedeni “Bilgisayarcı”ılar sanki kendileri bu işi analarının karnında öğrenmişler gibi kullanıcıların yaptıkları hataları birbirlerine anlatıp gülmekten büyük zevk almalarıdır. Bana göre bunun temelinde çocukluklarında veya ilk gençlik yıllarında yaşadıkları acı anıların izleri vardır. Şimdi bu da nerden çıktı demeyin. Sigmund Freud olsaydı kesinlinke bunları çocuklukta yaşanan cinsiyet veya cinsellikle ilgili bir konuya bağlardı belki ama ben bir “bilgisayarcı” olarak itiraf ediyorum ki bunun esas sebebi “bilgisayarcı”larında bilgisayar kullanmayı bilmedikleri dönemlerde bir başka “bilgisayarcı” tarafından gülünecek bir hikayenin kahramanı olmuş olması ya da iki “bilgisayarcı”nın bilgisayar konulu sohbetlerine üçüncü kişi olma hatasına düşmüş olmalarıdır.

“Bilgisayarcı”ların bilgisayar bilmeyenlerin anlayamayacakları garip bir dilleri ve espri anlayışları vardır. Bu dilde bazı kelimeler o kadar Türkçe değildir ki, bilgisayar bilmeyen birine bunların ne olduğunu anlatmak için bir İmla Kılavuzu ve Türkçe Sözlüğe ihtiyacınız olabilir. Hatta inanın ben bile bunca yıldır bilgisayarla çalışmama rağmen hala ana dilim gibi konuşabiliyor değilim. Ama artık “bilgisayarcı” sohbetlerinde üçüncü kişi olduğumda anlamadığım bir konu açıldığında “aa kuş geçti!” gibisinden atraksiyonlarla konuyu değiştirmeyi ya da çok ilgimi çekmiş gibi gözlerimi kocaman açarak (hatta zaman zaman etkili olsun diye ağzımı da açarak) “himm..!”, “bence de..”, “yok yaw!” gibi ifadelerle kendimi ve psikolojimi korumayı başarabiliyorum ve tabi samimiyetine güvenmediğim arkadaşlarıma “yaw şöyle bişiyden bahsediyorlar bu ne ola ki?” gibi sorular sormayarak hiç bir “bilgisayarcı” hikayesinin komik kahramanı olmamaya özen ve çaba gösteriyorum.

Bu dil bazen öyle ağzınıza yapışıyor ki kendi kendinize düşünürken ya da evde ilgisiz başka bir şeyle uğraşırken bile beyninize işleyen çağrışımlarla gerçek dünya ile sanal dünya arasında garip bağlantılar kurabiliyorsunuz. Örneğin ben çoğu zaman pek çok şeyin gerçek hayatta da “undo/geri al” yapılabilmesini isterdim. İlk bilgisayarla ilgilenmeye başladığım dönemde “benim diğerlerinden neyim eksik diyerek” bilgisayarla ilgili herşeyi öğrenmeye çalışıyordum. Kafamın içi öyle dolmuş ve karışmıştı ki o zamanlar moda olan kaset çekme olaylarında arkadaşlarıma kaç tane “kaset save” ettiğimden bahsediyor ayna yerine “ekran” diyor, her gördüğüm tabelanın ve yazının “font tipi” ve “font büyüklüğü”nü şıp diye söyleyebiliyordum. Bir arkadaşım askerde “yazıcı” olduğunu söylediğinde ise gözümde kafası arkadaşıma ait kolları ve bacakları olan bir printer canlandıracak ve arkadaşımın şaşkın bakışlarına aldırmadan kahkahalarla gülecek kadar beynim doluydu bu işle.

Bir kere bilgisayarcı dilini kaptınız mı, bu size bazı durumlarda büyük avantajlarda sağlayabiliyor tabi.. Mesela çalıştığınız kurum ya da kuruluşta amiriniz olarak görev yapan kişiler sizin kadar (!) bilgisayar bilmiyorlarsa, hazırladığınız bir sistemde tamamen sizin dikkatsizliğiniz sonucu oluşmuş bir hata yakaladıklarında onlara rahatlıkla şu türden cümleler kurarak kendinizi kurtarabiliyorsunuz “Sistem katalizörlerinden birinde bed sektör durumu olmalı, serverları şat davn etmeyi deneyebiliriz”. Bu yanıta bir amirin vereceği yanıt “Bir bakın bakalım”dan öteye geçemez, zira zaten bu yanıtın büyük bir kısmı hiç bir anlam ifade etmemekle beraber birbiriyle ilişkisi olmayan kelimelerin ardardına dizilerek oluşturdukları bir trene benzemekte ama kesinlikle hayat kurtarmaktadır.

Şimdi size oturup da hangi uzman “bilgisayarcı” nelere kadirdir diyerek görev tanımları vermek istemiyorum ama “bilgisayarcı”ları ikiye ayıran en temel ayrımdan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Çevrenizde gördüğünüz bilgisayarla çalışan insanlardan – ki bunlarla bilgi işlem başlığı altında görev yapanları kastediyorum – bir bölümü “Mektepli” olarak tabir edeceğimiz üniversitelerin bilgisayar mühendisliği, bilgisayar programcılığı ve dengi bölümlerden mezun olan arkadaşlarımızdan oluşmakta, çoğunluğu oluşturan bir diğer bölümü ise “Alaylı” olarak tabir edebileceğimiz bir çeşit sonradan görme/öğrenme bilgisayarcılardır. Bu ikinci sınıfta yer alanlar üniversitelerin herhangi bir bölümü veya dengi okullarından mezun olmuş, muhtelif nedenlerle okudukları okulların verdiği eğitime yönelik bir iş bulamamış ve yanlış meslek erbabı olmuş arkadaşlardır. Ben bizzat bu sınıfta yer alan bir “bilgisayarcı” olarak yıllarıdr “mektepli” arkadaşlarımın okulda öğrendiklerini “deneme-yanılma” vb sistematik (!) yöntemlerle öğrenmeye çalışan bir internet uzmanı olarak çalışmaktayım.

Tabi ilkokula giden çocukların bile birer “alaylı bilgilsayarcı” sayılacağı günümüzde bu pek büyük bir başarı sayılmaz. Ama ne çaredir ki bizim neslimizin bırakın ilkokulu üniversitede bile bilgisayara dokunup başını göğe erdirme şansı oldukça düşüktü. Bu nedenle özel bir okulda görev yapmaya başladığım günden beri çocuklardan gelecek sorulardan, mesai arkadaşlarımdan gelecek sorulardan daha çok korkar oldum. Çünkü o tertemiz beyinleriyle herşeyi öyle ilgiyle araştırıyor ve hızlı öğreniyorlar ki sordukları soruları soracak duruma gelmek için bizim neslin “alaylı bilgisayarcı”larının daha kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor. Bu çocuklar bilselerdi aslında bizden çok çok önde olduklarını herhalde gelip de o soruları bizlere sormazlardı zaten.

Benim iki satır kod yazıp yaşasın çalışıyor diye zafer naraları attığım günlerde daha ortaokula giden öğrenciler gelip internet uzmanı ablalarına sorular sorarak feyz almaya çalışıyorlar ancak ablalarının meşguliyetlerinin fazlalağı (!) nedeniyle sorularına bir türlü yanıt alamıyorlardı. Hele bir tanesi vardı ki gözlüklerinin altıdan ışıklar saçan gözleriyle sorduğu sorular bana ecel terleri döktürüyordu o zamanlar. Zaten günlük aktivitelerinden bahsettiğinde bile “peki sen ne zaman uyuyorsun?” şeklinde dumur sorularıma maruz kalan bu genç deha eminim şimdi beni çoktan aşmıştır – ki zaten artık gelip sorular sormadığından bu açıkça belli oluyor-. Sırf bu nedenden dolayı şimdi üç yaşında olan oğlum bilgisayarın başına oturup da bana ecel terleri döktürecek seviyede bu işi öğrenmeden emekli olmayı düşünüyorum. Sorularına kem kümden öte cevap veremeyen bir anne olmaktansa, bir zamanların “İnternet Uzmanı” karizmatik bir anne olarak çocuğumun anılarında yer almayı tercih ediyorum sanırım.

Tabi bu anlattıklarımın pek çoğu Türkiye’nin renkli ve düzensiz sistemlerinin bir sonucu olarak doğuyor ve yaşanıyor. Yaşamının bir bölümünü şimdi adını hatırlayamadığım bir ABD eyaletinde geçirmiş olan yazılım uzmanı (halk dilinde programcı) bir arkadaşım orda bilgisayarla ilgili her işin sadece bir bölümünde uzmanlaşmış kişiler olduğunu kendi konuları dışındaki bir konuyu asla öğrenmedikleri ve ilgi duymadıklarını anlatmıştı. Yani bir benzetme yapacak olursak bir mutfaktaki ahçıların biri sadece yıkıyor diğeri doğruyor üçüncüsü ise sadece pişiriyor ve hiç biri diğerinin yaptığı işi bilmiyor ve ilgilenmiyordu. Buna literatürde “Fonskiyonel İş Bölümü” deniyor. Oysa ülkemizde her konuda olduğu gibi ahçılar hem yıkıyor hem doğruyor hem pişiriyordu.

Bende bundan dört beş yıl önce çalıştığım kurum tarafından işimle ilgili bir seminere katılmak üzere bir haftalığına Orlando’ya gitmiş ve orada öğenmiştim ki internet bir takım işi, benim tek başıma yaptığım bir iş için orada yedi uzmandan oluşan bir ekip tanımı yapılıyordu. Tabi bu nedenle “Bir Türk dünyaya bedeldir” atasözü bu anımı tanımlayan son cümle olmayı hakkediyor sanırım. Zaten atalarımızın yemeyip içmeyip yaşadığımız her olaya tabir-i caiz ise “cuk oturan” bir cümle kurmuş olmaları daima bende hayranlık uyandırmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder