Pazar, Aralık 21, 2008

Denemeler III. Bölüm : GÜNLÜKTE YAZANLAR

Bulunduğumuz yerde olmak zorunda oluşumuzu ona nasıl anlatsam bilmiyordum. Öyle zordu ki anlaması daha altı yaşına bile gelmemişti. Biliyordum korkutuyordu burası onu, bir çocuk için hiç uygun bir yer değildi. Mecburdum oysa, geleceğimiz buna bağlıydı.

Kabilenin şamanıydım, büyükannem ve daha önceki atalarımız hep bu kabilenin şamanı olmuştu. Annem şaman değildi oysa.

Büyükannem yedi yaşıma geldiğimde beni yanına alarak ormana götürmüş ve bir ateş yakmıştı. Üzerinde törenlerde giydiği kıyafeti vardı. Bana bir oyun oynayacağımızı ve bu oyun boyunca konuşmadan o ne söylerse onu yapmam gerektiğini söyledi. Daha öncede benzer oyunlar oynamıştık onunla, ama nedense bu defaki farklı gibiydi. “Olur” dedim uysalca, büyükannem ile birlikte olmak her zaman hoşuma gidiyordu. O herkesten farklıydı, atalarımızla ilgili bir çok öykü anlatıyordu bana. Bir kartal gibi göğe uçtuğunu ve bu hikayeleri gökyüzündeki atalarımızdan dinlediğini söylerdi. Aslında uçtuğunu hiç görmemiştim, ama anlatırken bende kendimi gökyüzünde bir şahin olarak hayal ediyordum.

Geldiğimiz yer ormanın neredeyse en sık ağaçlı bölgesiydi. Ağaçlar öyle yüksekti ki üzerimizde dallardan oluşmuş bir çatı vardı sanki. Yine de inatçı güneş dalların arasından parlak birer sopa ile toprağa dokunmaya çalışıyor gibiydi. Sessizdi.

Ateşin çıtırtılarından başka bir ses yoktu. Oturmam için başıyla işaret etti ve kendiside ateşin diğer tarafına tam karşıma oturdu. Gözlerini gözlerime dikip “Şimdi birlikte uçacağız, istiyor musun?” diye sordu. Yüzü ateşten yükselen sıcaklığın ardından, rüzgarda dalgalanan bir bez parçası gibi görünüyordu. Çok heyecanlanmıştım, şiddetle kafamı salladım. Konuşmamam gerekti, ama ben çığlık atmak istiyordum. Alevler yükseldikçe yüzünü görmem zorlaşıyordu, ama sanki söylediklerini kaçıracakmışım gibi sürekli ağzına bakıyordum.

“Şimdi gözlerini kapat” dedi boğuk bir sesle “ve ben söyleyene kadar açma, kulağın hep bende olsun”. Tam “Evet” diye yanıtlamaya hazırlanıyordum ki konuşmamam gerektiğini hatırlayarak gözlerimi kapattım. Kısa bir sessizlikten sonra yavaş yavaş bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sesi öyle az çıkıyordu ki, ne söylediğini anlayamıyordum ama vücudumun uyuşmaya başladığını hissettim. Gözümün önünde bir ışık var gibiydi sanki, büyük annemin sesi de uzaklardan geliyor gibiydi şimdi. O ışığın içinde bir karaltı belirdi ve giderek büyüdü. Bana yaklaşıyordu sanki, iyice yaklaştığında bunun bir insan olduğunu anladım. Elini bana doğru uzatmıştı, ne ateşin sıcaklığı ne de büyükannemin sesi yoktu artık. Oturduğum yerden kalkıp karaltıya doğru ilerledim ve elini tuttum. Birlikte ışığın kaynağına doğru yürümeye başladık. Işık öyle parlaktı ki sonunda ne olduğunu göremiyor ama gözlerimi ondan ayıramıyordum. Sonunda ışığın kaynağına yaklaşmıştık, burası bir kapıydı. Ama kapının ardından gelen ışık öyle parlaktı ki kapıdan çıkınca nereye ulaşılacağı hala görünmüyordu.

Tüm bu yolculuk sırasında ışığa öyle odaklanmıştım ki elimden tutup beni oraya götürenin kim olduğunu düşünmek hiç aklıma gelmemişti. Oraya vardığımızda elimi bırakıp diğer eliyle kapıyı işaret ettiğinde ancak bunu hatırlayıp yüzüne bakmayı akıl edebilmiştim. Bir kılavuz olduğunu tahmin ettiğim bu kişi büyükannemden başkası değildi. Durakladığımı görünce gülümseyerek yeniden kapıyı gösterdi ve “Haydi...” dedi “..git! Merak etme, arkanda olacağım”

Yavaşça kapıya doğru yürüdüm, ışık artık öyle parlaklaşmıştı ki önümü görebilmek için bir elimi gözlerime siper yapmak zorunda kalmıştım. Sonunda eşikten adımımı attığımda masmavi bir gökyüzüne açılan beyaz bir balkonda olduğumu anladım. Balkonun geniş kısmından ileriye doğru uzanan ve sonu boşluğa açılan kısa bir yol vardı. Oraya doğru yürüdüm bilinçsizce, en ucuna geldiğimde önümde gökyüzünden başka bir şey yoktu. Uçsuz bucaksız mavilik sanki beni çağırıyordu. Aşağıya baktığımda yine aynı maviliğin devam ettiğini gördüm. Sanki yeryüzü yok olmuştu ve ben yeryüzüne ait son noktada duruyordum.

Aslında benimle konuşan kimse yoktu ana sanki içimden birisi bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bende bu sese kulak verdim ve gözlerimi kapayarak kendimi boşluğa bıraktım. İlk hissettiğim etrafımı saran bir kucaklama hissiydi. Gözlerimi açmak aklıma geldiğinde yeryüzüne ait o son noktanın üzerimde küçülmeye başladığını gördüm. Belli ki düşüyordum, ama altımda düşülecek bir yer yoktu. Birden bire geri nasıl dönebileceğimi düşünüp paniğe kapıldım. O ana kadar hiç aklıma gelmemişti. Yeryüzünden çok uzakta sonu olmayan bir boşluğa düşüyordum. Bilinçsizce kollarımı sallayarak uçmaya çalıştım. Ama bir faydası olmuyordu. Yani sanırım olmuyordu, çünkü etrafımda boşluktan başka bir şey olmadığından hangi yöne gittiğimi anlayamıyordum. Yinede kollarımı çırpmaya devam ettim. Kafamı kaldırıp hep yukarı bakıyordum, çünkü eğer yükselebiliyorsam yeryüzünü yeniden görmem gerekirdi. Bir süre sonra, artık kollarımda güç kalmamıştı, çok yorulmuştum, ne kadar zaman geçtiğinin bile farkında değildim, uykum gelmişti. Yine de gözlerimi açık tutmaya çalışarak, artık yukarı bile kaldıramadığım kollarımı sanki tutunacak bir yer arar gibi öne doğru uzatıp avuçlarımı açıp kapatmaya başladım. Sürekli yukarı bakmaktan boynum ağrıyordu. Nihayet kımıldayacak halim kalmadı ve uykuya teslim oldum. Son hatırladığım sesim çıkabildiğince bağırıp, ağladığımdı.”Büyükannee...!”

Uyandığımda büyükannemin yüzünü gördüm. Kendi çadırımıza gelmiştik, yatağımdaydım. O ise baş ucumda oturmuş bana bakıyordu. Yüzündeki dingin ifadeden kötü bir şey olmadığı sonucuna vardım.

“İki gündür uyuyorsun.” dedi büyükannem gülümseyerek. “İki gün mü?” diye tekrarladım ama hala konuşmamam gerektiğini sanarak elimi hızla götürdüm. “Artık konuşabilirsin” dedi. “Merak etme oyuna ara verdik”.

Çırpınışlarımı hatırlayarak “Ne oldu?” diye sordum merakla. “Çok yorgundun, bende seni geri getirdim” dedi aynı dinginlikle. “Evet ama...” sözümü tamamlayamadan ayağa kalktı ve çadırdan çıkıp gitti.

Ormana gidişimizden beri olanları düşündüm yeniden. Bu sefer ki daha önceki oyunlarımıza hiç benzemiyordu. Çok korkmuştum. O koskoca boşlukta ne olması gerekiyordu. Nasıl geri geldim acaba? Yoksa büyükannem hep anlattığı gibi uçup beni kurtarmış mıydı? Tabii ya neden bunu daha önce düşünememiştim. Başlamadan önce bana birlikte uçacağımızı söylemişti. Ama ben başaramamıştım sanırım, uçamamıştım. Birden kendimi çok mutsuz hissettim “Uçamıyorum ben!” diye söylendim yüksek sesle. “Bu kadar aceleci olma” dedi büyükannem, yanıma oturarak. Geri geldiğini fark etmemiştim bile, elinde bir çanak vardı. “Evet bu kez başaramadın, çünkü korkularının seni yenmesine izin verdin, oysa iyi başlamıştın” dedi elini enseme yerleştirip beni doğrulturken. “Yani..” yine elimdeki cümleyi tamamlayamadan elindeki çanağı ağzıma dayayıp içirmeye başladı. Başlangıçta hiç tat hissetmediğimden bunun su olduğunu düşündüm ancak bir iki yudumdan sonra boğazımdan mideme kadar inen keskin bir yanma hissiyle öksürmeye başladım. Sanki içtiğim şey sıvı değil de ateş gibiydi. Öksürüğüm kesilene kadar bekleyip “Haftaya yine deneyeceğiz, şimdi uyuyacaksın.” dedi. Bana içirdiği şeyin ne olduğunu sormak istediğimde vücuduma hükmedemediğimi hissettim. Sanki felç olmuş gibiydim, hiç bir yerimi oynatamıyordum. Her yanım pelte gibi olmuştu. O ise ayağa kalkmış çadırdan çıkmak üzereydi. Sonra bir karanlık başladı ve sanırım yeniden derin bir uykuya daldım.

Ne kadar daha uyudum bilmiyorum ama uyandığımda felç sona ermişti, çok dingin ve huzurlu hissediyordum. Bir kaç rüya gördüğümü hatırlıyorum sadece. Rüyalarımda çok garip kıyafetler giyiyor, karanlıkta ağaçlıklı bir yolda yürüyordum. Etrafta kimseler yoktu. Yerler ıslaktı, üzerimdeki garip kıyafetin başlığını kapatmıştım. Koltuğumun altına sıkıştırdığım sert bir şey vardı, kaburgalarımı acıtıyordu, bir şey taşıyordum sanırım. Başka bir şey hatırlamıyordum, sadece mutlu bir rüyaydı nedense.. Büyükanneme anlatmalıyım diye düşünerek kalktım yattığım yerden, o mutlaka bir anlam çıkartırdı rüyalardan. Çadırdan çıktığında güneşin daha yeni doğduğunu anladım, henüz erken olmalıydı, ortalıkta kimseler yoktu. Büyükannemin çadırı bizimkinden daha uzakta ormana yakın bir yerdeydi. Oraya vardığımda çadırda kimse yoktu. Çadırın önündeki ateşten hala dumanlar türen bir kalıntı kalmıştı geriye. Yine çok erken uyanmış ve ormana gitmiş olmalı diye düşündüm.

Sonraki bir kaç gün büyükannemi hiç göremedim. Çadırına dönmemişti. Zaman zaman böyle kısa yolculuklara çıkar bir çok dal ve ot toplamış olarak geri dönerdi. Dönmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Çünkü nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini kimseye söylemezdi.

O gün uyandığımda yine başucumda oturuyordu. Dönmüştü. “Hazır mısın?” dedi. Anlaşılan ikinci denemenin vakti gelmişti, ama bu defa pek hevesli değildim. Düşüncelerimi okumuş gibi “Korkma bu defa farklı olacak” dedi. “Bende seninle geleceğim”. Bu fikir içimi biraz rahatlatmış olsa da yine boşluğa düşme düşüncesi içimi ürpertiyordu. Ama büyükannem yapılacağına karar vermişse, buna kimse karşı koyamazdı. Bu bir kuraldı. O kabilenin şamanıydı ve sözleri herkes için bir emirdi. İstemeye istemeye kalkıp peşinden ormana yürüdüm.

Seramoni yeniden başladı. Kapıdan geçip uca geldiğimde bu defa elimi bırakmamıştı. Öne doğru bir adım atarak beni de çekti ve aynı boşluğa yeniden düşmeye başladık. Başlamadan önce bana soluk alıp verişlerime konsantre olmamı ve başka bir şey düşünmemem gerektiğini tembihlemişti. Ama dikkatimi nefesime vermeye çalıştıkça, nefesimin ritmi bozuluyor ve soluksuz kalacakmışım gibi geliyordu. Bir müddet sonra normal olduğunu hissettiğim bir düzen tutturmayı başardım. Büyük annemin de yanımda olmasının verdiği rahatlıktan olsa gerek, panik ya da korku hissetmiyordum. Sonra bana “Kanat çırp” dediğini duydum, ağzı oynamıyordu oysa. “kanat çırp” dedi yeniden ve elimi bıraktı. “Sakince, çırpınma, süzülerek kanat çırp, sen bir kuşsun artık. Kendinin bir kuş olduğunu hayal et, kanatlarını hisset. Kanat çırp yükseleceksin” dedi.

Birden sanki kuşmuşum gibi hissetmeye başladım gerçekten kollarım sanki sırtımın ortasından açılan geniş bir çift kanattı. Kollarımı kaldırdığımda kanatlarımın altına dolan havayı hissettim, aşağı doğru indirdiğimde ise sanki yüzerken suyu ittiğim gibi havayı itebildiğimi anladım. Burnumdan havayı içime çektiğimde kanatlarımı açıyor, verirken ise aşağı doğru indirerek yükseldiğimi hissediyordum.

Nefes alış verişlerimle ahenkli bir kanat çırpma düzeni tutturmuştu bedenim. Başımı yukarı kaldırdım. Yüzümü yalayan rüzgarın yönünden yükseldiğimi hissediyordum. Yeryüzünü yeniden görene dek devam ettim yükselmeye, çok güzel bir duyguydu. Başladığımız noktaya vardığımda ise oraya dönmek istemediğimi hissettim. Artık uçuyordum, ayaklarımın altına bir güvene ihtiyacım yoktu. Bu defa kanatlarımı iki yanda açık tutarak boşluğa doğru süzülmeye başladım yeniden daireler çizerek alçalıyor sonra yeniden kanat çırparak yükseliyordum. Tüy kadar hafiftim. İçimde anlatılmaz bir sevinç vardı başarmıştım. Uçuyordum.

“Bu günlük bu kadar yeter” dedi büyükannemin sesi. “Dönmeliyiz” Aslında onu görmüyordum ama sesini duyuyordum. Yavaşça yeryüzünün olduğu yere süzüldüm. Beni orada bekliyordu. Elimi tuttu yeniden ve kapıdan geçtik. Bir kaç garip kelime söyledi ve gözlerimi açtığımda ateşin başında karşılıklı oturuyorduk. Bu defa uyumamıştım. Ayrıca hiç bir yorgunluk hissetmiyordum.

“Başardım” dedim mutlulukla, “başardım uçuyordum. Bir daha ne zaman yapacağız büyükanne!” diye sordum sabırsızlıkla. O ise herhangi bir sevinç belirtisi göstermeden ayağı ile toprağı ateşe doğru sürükleyerek söndürmeye çalışıyordu. “haftaya” dedi kısaca.

O bir hafta çok zor geçmişti. Bu defa yeryüzüne ait son parçaya benimle gelmedi, kapıdan yalnız geçtim ve kendimi boşluğa bıraktım. İnanılmaz bir duyguydu, sonraki bir kaç hafta hep bunu tekrarladık her defasında daha da uzaklara gidiyordum. Ama ne kadar uzağa gittiğimi sanırsam sanayım boşluğun sonu yoktu ve nedense çok uzun sürdüğünü sandığım bu yolculuklardan geriye dönmek hep gidişimden daha kısa sürüyordu. Sanki yeryüzünün son parçası sabit bir yerde değildi de birden bire beliriveriyor gibiydi.

Son denememizin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen büyükannem bir daha beni ziyarete gelmemişti. Çadırına her gittiğimde de orada olmuyordu. Oysa ben uçmak istiyordum yeniden. Artık rüyalarımda hep uçuyor, ama altımda göller , ormanlar ve dağların olduğunu görüyordum. Bu boşlukta uçmaktan daha güzeldi.

Dördüncü haftaya girdiğim de artık hayal kırıklığı sarmıştı benliğimi, büyükannemden hiç iz yoktu. İçimden bir sesin “Tek başına da yapabilirsin” demesine rağmen, o olmadan denemeye cesaret edemiyordum.

Altıncı hafta sona erdiğinde artık sabrım tükenmiş ve tek başıma denemeye karar vermiştim. Erkenden kalkıp ormana gittim ve onun yaptığı gibi bir ateş yaktım. Oturup haftalardır dinlediğim şarkıdan aklımda kalanları mırıldanmaya başladım. Ama hem şarkı söyleyip hem nefesime odaklanmak biraz zor oluyordu. Üstelik biraz da korkuyordum. Derin bir nefes alıp yeniden başladım. İşte ışık görünmüştü. Kapıyı geçip boşluğun önünde durdum. Uçabileceğimi biliyordum. Ama geri dönememek korkusu sarıyordu içimi, ya dönemessem. Boşluk beni çağırıyordu oysa. Adımımı attım ve süzülmeye başladım. Bu defa uzaklaşmaya cesaret edemiyordum. Yeryüzünün etrafında bir kaç kez döndükten sonra biraz daha uzaklaşmaya karar verdim. Korkum hafiflemeye başlamıştı, çok uzaklaşmassam geri dönebilirim diye düşündüm. Yeryüzünü göremeyecek kadar uzaklaşmamam yeterliydi.

Biraz daha, biraz daha derken yeryüzü bir nokta olarak gözükmeye başlamıştı. Daha fazla ileri gitmeden geri dönmeliyim diye düşündüm. Çünkü o siyah noktayı kaybedersem geri dönemeyebilirdim. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Daha hızlı kanat çırparak siyah noktaya doğru uçmaya başladım. Bir an önce oraya varmak istiyordum. Ama ne kadar hızlı uçarsam uçayım nokta hiç büyümüyordu. Sanki aynı yerde kanat çırpıyor gibiydim. Yine çok yorulmuştum. Kanatlarımı açık tutarak süzülmeye başladım, biraz dinlenmem gerekiyordu. Gözlerimi noktadan hiç ayırmıyordum. Onu kaybetmemem gerekiyordu. Ben dikkatimi ona vermeye çalıştıkça bulanıklaşıyor, siliniyor gibiydi sanki. Keşke bu kadar uzaklaşmasaydım diye düşündüm. Gözlerim sulanmaya başlamıştı, içinde biriken sular yüzünden görmekte zorlanıyordum. Kuşlar gözlerini nasıl siliyorlardı acaba? Nihayet gözlerimde biriken sular birer damlaya dönüşüp yanaklarıma eriştiğinde görüşüm biraz daha düzeldi. Ama nokta kaybolmuştu artık onu göremiyordum. Derin bir umutsuzluğa kapılmıştım. Çağıracak bir büyükannemde yoktu yanımda. Yükselip alçalarak boşlukta noktayı aramaya başladım. Belki süzülürken alçalmış ve o yüzden kaybetmiştim yeryüzünü. Sonsuza kadar uçmak zorundaydım belki artık. Ayaklarımı değdireceğim bir yeryüzü yoktu artık. (14 Nisan 2007)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder