Pazar, Aralık 21, 2008

Denemeler III. Bölüm : GÜNLÜKTE YAZANLAR

Bulunduğumuz yerde olmak zorunda oluşumuzu ona nasıl anlatsam bilmiyordum. Öyle zordu ki anlaması daha altı yaşına bile gelmemişti. Biliyordum korkutuyordu burası onu, bir çocuk için hiç uygun bir yer değildi. Mecburdum oysa, geleceğimiz buna bağlıydı.

Kabilenin şamanıydım, büyükannem ve daha önceki atalarımız hep bu kabilenin şamanı olmuştu. Annem şaman değildi oysa.

Büyükannem yedi yaşıma geldiğimde beni yanına alarak ormana götürmüş ve bir ateş yakmıştı. Üzerinde törenlerde giydiği kıyafeti vardı. Bana bir oyun oynayacağımızı ve bu oyun boyunca konuşmadan o ne söylerse onu yapmam gerektiğini söyledi. Daha öncede benzer oyunlar oynamıştık onunla, ama nedense bu defaki farklı gibiydi. “Olur” dedim uysalca, büyükannem ile birlikte olmak her zaman hoşuma gidiyordu. O herkesten farklıydı, atalarımızla ilgili bir çok öykü anlatıyordu bana. Bir kartal gibi göğe uçtuğunu ve bu hikayeleri gökyüzündeki atalarımızdan dinlediğini söylerdi. Aslında uçtuğunu hiç görmemiştim, ama anlatırken bende kendimi gökyüzünde bir şahin olarak hayal ediyordum.

Geldiğimiz yer ormanın neredeyse en sık ağaçlı bölgesiydi. Ağaçlar öyle yüksekti ki üzerimizde dallardan oluşmuş bir çatı vardı sanki. Yine de inatçı güneş dalların arasından parlak birer sopa ile toprağa dokunmaya çalışıyor gibiydi. Sessizdi.

Ateşin çıtırtılarından başka bir ses yoktu. Oturmam için başıyla işaret etti ve kendiside ateşin diğer tarafına tam karşıma oturdu. Gözlerini gözlerime dikip “Şimdi birlikte uçacağız, istiyor musun?” diye sordu. Yüzü ateşten yükselen sıcaklığın ardından, rüzgarda dalgalanan bir bez parçası gibi görünüyordu. Çok heyecanlanmıştım, şiddetle kafamı salladım. Konuşmamam gerekti, ama ben çığlık atmak istiyordum. Alevler yükseldikçe yüzünü görmem zorlaşıyordu, ama sanki söylediklerini kaçıracakmışım gibi sürekli ağzına bakıyordum.

“Şimdi gözlerini kapat” dedi boğuk bir sesle “ve ben söyleyene kadar açma, kulağın hep bende olsun”. Tam “Evet” diye yanıtlamaya hazırlanıyordum ki konuşmamam gerektiğini hatırlayarak gözlerimi kapattım. Kısa bir sessizlikten sonra yavaş yavaş bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sesi öyle az çıkıyordu ki, ne söylediğini anlayamıyordum ama vücudumun uyuşmaya başladığını hissettim. Gözümün önünde bir ışık var gibiydi sanki, büyük annemin sesi de uzaklardan geliyor gibiydi şimdi. O ışığın içinde bir karaltı belirdi ve giderek büyüdü. Bana yaklaşıyordu sanki, iyice yaklaştığında bunun bir insan olduğunu anladım. Elini bana doğru uzatmıştı, ne ateşin sıcaklığı ne de büyükannemin sesi yoktu artık. Oturduğum yerden kalkıp karaltıya doğru ilerledim ve elini tuttum. Birlikte ışığın kaynağına doğru yürümeye başladık. Işık öyle parlaktı ki sonunda ne olduğunu göremiyor ama gözlerimi ondan ayıramıyordum. Sonunda ışığın kaynağına yaklaşmıştık, burası bir kapıydı. Ama kapının ardından gelen ışık öyle parlaktı ki kapıdan çıkınca nereye ulaşılacağı hala görünmüyordu.

Tüm bu yolculuk sırasında ışığa öyle odaklanmıştım ki elimden tutup beni oraya götürenin kim olduğunu düşünmek hiç aklıma gelmemişti. Oraya vardığımızda elimi bırakıp diğer eliyle kapıyı işaret ettiğinde ancak bunu hatırlayıp yüzüne bakmayı akıl edebilmiştim. Bir kılavuz olduğunu tahmin ettiğim bu kişi büyükannemden başkası değildi. Durakladığımı görünce gülümseyerek yeniden kapıyı gösterdi ve “Haydi...” dedi “..git! Merak etme, arkanda olacağım”

Yavaşça kapıya doğru yürüdüm, ışık artık öyle parlaklaşmıştı ki önümü görebilmek için bir elimi gözlerime siper yapmak zorunda kalmıştım. Sonunda eşikten adımımı attığımda masmavi bir gökyüzüne açılan beyaz bir balkonda olduğumu anladım. Balkonun geniş kısmından ileriye doğru uzanan ve sonu boşluğa açılan kısa bir yol vardı. Oraya doğru yürüdüm bilinçsizce, en ucuna geldiğimde önümde gökyüzünden başka bir şey yoktu. Uçsuz bucaksız mavilik sanki beni çağırıyordu. Aşağıya baktığımda yine aynı maviliğin devam ettiğini gördüm. Sanki yeryüzü yok olmuştu ve ben yeryüzüne ait son noktada duruyordum.

Aslında benimle konuşan kimse yoktu ana sanki içimden birisi bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bende bu sese kulak verdim ve gözlerimi kapayarak kendimi boşluğa bıraktım. İlk hissettiğim etrafımı saran bir kucaklama hissiydi. Gözlerimi açmak aklıma geldiğinde yeryüzüne ait o son noktanın üzerimde küçülmeye başladığını gördüm. Belli ki düşüyordum, ama altımda düşülecek bir yer yoktu. Birden bire geri nasıl dönebileceğimi düşünüp paniğe kapıldım. O ana kadar hiç aklıma gelmemişti. Yeryüzünden çok uzakta sonu olmayan bir boşluğa düşüyordum. Bilinçsizce kollarımı sallayarak uçmaya çalıştım. Ama bir faydası olmuyordu. Yani sanırım olmuyordu, çünkü etrafımda boşluktan başka bir şey olmadığından hangi yöne gittiğimi anlayamıyordum. Yinede kollarımı çırpmaya devam ettim. Kafamı kaldırıp hep yukarı bakıyordum, çünkü eğer yükselebiliyorsam yeryüzünü yeniden görmem gerekirdi. Bir süre sonra, artık kollarımda güç kalmamıştı, çok yorulmuştum, ne kadar zaman geçtiğinin bile farkında değildim, uykum gelmişti. Yine de gözlerimi açık tutmaya çalışarak, artık yukarı bile kaldıramadığım kollarımı sanki tutunacak bir yer arar gibi öne doğru uzatıp avuçlarımı açıp kapatmaya başladım. Sürekli yukarı bakmaktan boynum ağrıyordu. Nihayet kımıldayacak halim kalmadı ve uykuya teslim oldum. Son hatırladığım sesim çıkabildiğince bağırıp, ağladığımdı.”Büyükannee...!”

Uyandığımda büyükannemin yüzünü gördüm. Kendi çadırımıza gelmiştik, yatağımdaydım. O ise baş ucumda oturmuş bana bakıyordu. Yüzündeki dingin ifadeden kötü bir şey olmadığı sonucuna vardım.

“İki gündür uyuyorsun.” dedi büyükannem gülümseyerek. “İki gün mü?” diye tekrarladım ama hala konuşmamam gerektiğini sanarak elimi hızla götürdüm. “Artık konuşabilirsin” dedi. “Merak etme oyuna ara verdik”.

Çırpınışlarımı hatırlayarak “Ne oldu?” diye sordum merakla. “Çok yorgundun, bende seni geri getirdim” dedi aynı dinginlikle. “Evet ama...” sözümü tamamlayamadan ayağa kalktı ve çadırdan çıkıp gitti.

Ormana gidişimizden beri olanları düşündüm yeniden. Bu sefer ki daha önceki oyunlarımıza hiç benzemiyordu. Çok korkmuştum. O koskoca boşlukta ne olması gerekiyordu. Nasıl geri geldim acaba? Yoksa büyükannem hep anlattığı gibi uçup beni kurtarmış mıydı? Tabii ya neden bunu daha önce düşünememiştim. Başlamadan önce bana birlikte uçacağımızı söylemişti. Ama ben başaramamıştım sanırım, uçamamıştım. Birden kendimi çok mutsuz hissettim “Uçamıyorum ben!” diye söylendim yüksek sesle. “Bu kadar aceleci olma” dedi büyükannem, yanıma oturarak. Geri geldiğini fark etmemiştim bile, elinde bir çanak vardı. “Evet bu kez başaramadın, çünkü korkularının seni yenmesine izin verdin, oysa iyi başlamıştın” dedi elini enseme yerleştirip beni doğrulturken. “Yani..” yine elimdeki cümleyi tamamlayamadan elindeki çanağı ağzıma dayayıp içirmeye başladı. Başlangıçta hiç tat hissetmediğimden bunun su olduğunu düşündüm ancak bir iki yudumdan sonra boğazımdan mideme kadar inen keskin bir yanma hissiyle öksürmeye başladım. Sanki içtiğim şey sıvı değil de ateş gibiydi. Öksürüğüm kesilene kadar bekleyip “Haftaya yine deneyeceğiz, şimdi uyuyacaksın.” dedi. Bana içirdiği şeyin ne olduğunu sormak istediğimde vücuduma hükmedemediğimi hissettim. Sanki felç olmuş gibiydim, hiç bir yerimi oynatamıyordum. Her yanım pelte gibi olmuştu. O ise ayağa kalkmış çadırdan çıkmak üzereydi. Sonra bir karanlık başladı ve sanırım yeniden derin bir uykuya daldım.

Ne kadar daha uyudum bilmiyorum ama uyandığımda felç sona ermişti, çok dingin ve huzurlu hissediyordum. Bir kaç rüya gördüğümü hatırlıyorum sadece. Rüyalarımda çok garip kıyafetler giyiyor, karanlıkta ağaçlıklı bir yolda yürüyordum. Etrafta kimseler yoktu. Yerler ıslaktı, üzerimdeki garip kıyafetin başlığını kapatmıştım. Koltuğumun altına sıkıştırdığım sert bir şey vardı, kaburgalarımı acıtıyordu, bir şey taşıyordum sanırım. Başka bir şey hatırlamıyordum, sadece mutlu bir rüyaydı nedense.. Büyükanneme anlatmalıyım diye düşünerek kalktım yattığım yerden, o mutlaka bir anlam çıkartırdı rüyalardan. Çadırdan çıktığında güneşin daha yeni doğduğunu anladım, henüz erken olmalıydı, ortalıkta kimseler yoktu. Büyükannemin çadırı bizimkinden daha uzakta ormana yakın bir yerdeydi. Oraya vardığımda çadırda kimse yoktu. Çadırın önündeki ateşten hala dumanlar türen bir kalıntı kalmıştı geriye. Yine çok erken uyanmış ve ormana gitmiş olmalı diye düşündüm.

Sonraki bir kaç gün büyükannemi hiç göremedim. Çadırına dönmemişti. Zaman zaman böyle kısa yolculuklara çıkar bir çok dal ve ot toplamış olarak geri dönerdi. Dönmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Çünkü nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini kimseye söylemezdi.

O gün uyandığımda yine başucumda oturuyordu. Dönmüştü. “Hazır mısın?” dedi. Anlaşılan ikinci denemenin vakti gelmişti, ama bu defa pek hevesli değildim. Düşüncelerimi okumuş gibi “Korkma bu defa farklı olacak” dedi. “Bende seninle geleceğim”. Bu fikir içimi biraz rahatlatmış olsa da yine boşluğa düşme düşüncesi içimi ürpertiyordu. Ama büyükannem yapılacağına karar vermişse, buna kimse karşı koyamazdı. Bu bir kuraldı. O kabilenin şamanıydı ve sözleri herkes için bir emirdi. İstemeye istemeye kalkıp peşinden ormana yürüdüm.

Seramoni yeniden başladı. Kapıdan geçip uca geldiğimde bu defa elimi bırakmamıştı. Öne doğru bir adım atarak beni de çekti ve aynı boşluğa yeniden düşmeye başladık. Başlamadan önce bana soluk alıp verişlerime konsantre olmamı ve başka bir şey düşünmemem gerektiğini tembihlemişti. Ama dikkatimi nefesime vermeye çalıştıkça, nefesimin ritmi bozuluyor ve soluksuz kalacakmışım gibi geliyordu. Bir müddet sonra normal olduğunu hissettiğim bir düzen tutturmayı başardım. Büyük annemin de yanımda olmasının verdiği rahatlıktan olsa gerek, panik ya da korku hissetmiyordum. Sonra bana “Kanat çırp” dediğini duydum, ağzı oynamıyordu oysa. “kanat çırp” dedi yeniden ve elimi bıraktı. “Sakince, çırpınma, süzülerek kanat çırp, sen bir kuşsun artık. Kendinin bir kuş olduğunu hayal et, kanatlarını hisset. Kanat çırp yükseleceksin” dedi.

Birden sanki kuşmuşum gibi hissetmeye başladım gerçekten kollarım sanki sırtımın ortasından açılan geniş bir çift kanattı. Kollarımı kaldırdığımda kanatlarımın altına dolan havayı hissettim, aşağı doğru indirdiğimde ise sanki yüzerken suyu ittiğim gibi havayı itebildiğimi anladım. Burnumdan havayı içime çektiğimde kanatlarımı açıyor, verirken ise aşağı doğru indirerek yükseldiğimi hissediyordum.

Nefes alış verişlerimle ahenkli bir kanat çırpma düzeni tutturmuştu bedenim. Başımı yukarı kaldırdım. Yüzümü yalayan rüzgarın yönünden yükseldiğimi hissediyordum. Yeryüzünü yeniden görene dek devam ettim yükselmeye, çok güzel bir duyguydu. Başladığımız noktaya vardığımda ise oraya dönmek istemediğimi hissettim. Artık uçuyordum, ayaklarımın altına bir güvene ihtiyacım yoktu. Bu defa kanatlarımı iki yanda açık tutarak boşluğa doğru süzülmeye başladım yeniden daireler çizerek alçalıyor sonra yeniden kanat çırparak yükseliyordum. Tüy kadar hafiftim. İçimde anlatılmaz bir sevinç vardı başarmıştım. Uçuyordum.

“Bu günlük bu kadar yeter” dedi büyükannemin sesi. “Dönmeliyiz” Aslında onu görmüyordum ama sesini duyuyordum. Yavaşça yeryüzünün olduğu yere süzüldüm. Beni orada bekliyordu. Elimi tuttu yeniden ve kapıdan geçtik. Bir kaç garip kelime söyledi ve gözlerimi açtığımda ateşin başında karşılıklı oturuyorduk. Bu defa uyumamıştım. Ayrıca hiç bir yorgunluk hissetmiyordum.

“Başardım” dedim mutlulukla, “başardım uçuyordum. Bir daha ne zaman yapacağız büyükanne!” diye sordum sabırsızlıkla. O ise herhangi bir sevinç belirtisi göstermeden ayağı ile toprağı ateşe doğru sürükleyerek söndürmeye çalışıyordu. “haftaya” dedi kısaca.

O bir hafta çok zor geçmişti. Bu defa yeryüzüne ait son parçaya benimle gelmedi, kapıdan yalnız geçtim ve kendimi boşluğa bıraktım. İnanılmaz bir duyguydu, sonraki bir kaç hafta hep bunu tekrarladık her defasında daha da uzaklara gidiyordum. Ama ne kadar uzağa gittiğimi sanırsam sanayım boşluğun sonu yoktu ve nedense çok uzun sürdüğünü sandığım bu yolculuklardan geriye dönmek hep gidişimden daha kısa sürüyordu. Sanki yeryüzünün son parçası sabit bir yerde değildi de birden bire beliriveriyor gibiydi.

Son denememizin üzerinden iki hafta geçmiş olmasına rağmen büyükannem bir daha beni ziyarete gelmemişti. Çadırına her gittiğimde de orada olmuyordu. Oysa ben uçmak istiyordum yeniden. Artık rüyalarımda hep uçuyor, ama altımda göller , ormanlar ve dağların olduğunu görüyordum. Bu boşlukta uçmaktan daha güzeldi.

Dördüncü haftaya girdiğim de artık hayal kırıklığı sarmıştı benliğimi, büyükannemden hiç iz yoktu. İçimden bir sesin “Tek başına da yapabilirsin” demesine rağmen, o olmadan denemeye cesaret edemiyordum.

Altıncı hafta sona erdiğinde artık sabrım tükenmiş ve tek başıma denemeye karar vermiştim. Erkenden kalkıp ormana gittim ve onun yaptığı gibi bir ateş yaktım. Oturup haftalardır dinlediğim şarkıdan aklımda kalanları mırıldanmaya başladım. Ama hem şarkı söyleyip hem nefesime odaklanmak biraz zor oluyordu. Üstelik biraz da korkuyordum. Derin bir nefes alıp yeniden başladım. İşte ışık görünmüştü. Kapıyı geçip boşluğun önünde durdum. Uçabileceğimi biliyordum. Ama geri dönememek korkusu sarıyordu içimi, ya dönemessem. Boşluk beni çağırıyordu oysa. Adımımı attım ve süzülmeye başladım. Bu defa uzaklaşmaya cesaret edemiyordum. Yeryüzünün etrafında bir kaç kez döndükten sonra biraz daha uzaklaşmaya karar verdim. Korkum hafiflemeye başlamıştı, çok uzaklaşmassam geri dönebilirim diye düşündüm. Yeryüzünü göremeyecek kadar uzaklaşmamam yeterliydi.

Biraz daha, biraz daha derken yeryüzü bir nokta olarak gözükmeye başlamıştı. Daha fazla ileri gitmeden geri dönmeliyim diye düşündüm. Çünkü o siyah noktayı kaybedersem geri dönemeyebilirdim. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Daha hızlı kanat çırparak siyah noktaya doğru uçmaya başladım. Bir an önce oraya varmak istiyordum. Ama ne kadar hızlı uçarsam uçayım nokta hiç büyümüyordu. Sanki aynı yerde kanat çırpıyor gibiydim. Yine çok yorulmuştum. Kanatlarımı açık tutarak süzülmeye başladım, biraz dinlenmem gerekiyordu. Gözlerimi noktadan hiç ayırmıyordum. Onu kaybetmemem gerekiyordu. Ben dikkatimi ona vermeye çalıştıkça bulanıklaşıyor, siliniyor gibiydi sanki. Keşke bu kadar uzaklaşmasaydım diye düşündüm. Gözlerim sulanmaya başlamıştı, içinde biriken sular yüzünden görmekte zorlanıyordum. Kuşlar gözlerini nasıl siliyorlardı acaba? Nihayet gözlerimde biriken sular birer damlaya dönüşüp yanaklarıma eriştiğinde görüşüm biraz daha düzeldi. Ama nokta kaybolmuştu artık onu göremiyordum. Derin bir umutsuzluğa kapılmıştım. Çağıracak bir büyükannemde yoktu yanımda. Yükselip alçalarak boşlukta noktayı aramaya başladım. Belki süzülürken alçalmış ve o yüzden kaybetmiştim yeryüzünü. Sonsuza kadar uçmak zorundaydım belki artık. Ayaklarımı değdireceğim bir yeryüzü yoktu artık. (14 Nisan 2007)

Pazar, Aralık 14, 2008

Denemeler II. Bölüm

Karanlık bir sokaktı geçtiğim taş yoldaki ayak seslerinden başka bir ses yoktu. Bir kaç saat önce kesilen yağmurun oluşturduğu göletlerdeki ay ışığından sayesinde önümü görebiliyordum.

Koltuğumun altına sıkıştırdığım paketi neredeyse kaburgalarımı ezecek kadar sıkı tutuyordum. Tüm karanlık ve sessizliğe rağmen varacağım evdeki o bir kaç mum ışığının sıcaklığı vardı içimde.. Tek istediğim bir an önce varmaktı.

Yolun sonundaki karanlık binanın pencerelerinden dışarı hiç sızmasa da yayılan sıcaklık bana kadar geliyordu sanki. Adımlarımı daha da hızlandırarak eski tahta kapıya yöneldim. Vakit oldukça geç olmuştu, sokaklarda kimseler yoktu, ama yine de komşu pencereleri ve sokağı hızla kontrol ederek yavaşça kapıyı vurdum.

Gelişim zaten bilinen ve beklenen evin kapısı kısa bir kaç adım tıkırtısından sonra açıldı. “Getirdin mi?” dedi sırtımdaki pelerinimi almak için uzanırken. “Evet” dedim başımı sallayarak, hızlı bir yürüyüşün ardından henüz nefesimi toplayamamıştım. Burası bana huzur veriyordu, gizli kapaklı gelmek zorunda olmasam bütün ömrünü bu evde onunla geçirebilirdim. O ise hiç şikayet etmiyor pek çok gece uykusuz kalma pahasına beni bekliyor ve gün ağarırken de sessizce uğurluyordu.

Konuşmadan merdivenleri çıktık birlikte. Elinde bir mum ile önümden yürüyordu. Yol boyunca sıkıca sarıldığım paket şimdi onun elindeydi.

“Bu son parça değil mi?” diye sordu heyecanla. “Evet umarım beğenirsin” dedim sessizce. Evde bizden başka kimse olmamasına rağmen nedense hep fısıltıyla başlardık sohbetlerimize.

“Okumak için sabırsızlanıyorum” dedi, ben zaten çok az eşya bulunan odadaki alıştığım koltuğuma yerleşirken. “Bir önceki bölümle ilgili ne düşündüğünü söylemeyecek misin?” diye sordum merakla. “Çok mu merak ediyorsun?” dedi yüzünde o hınzır gülümsemesiyle, şöminede kaynayan kahveden kupamı doldururken. “Dalga geçme, meraktan ölüyorum” diye cevapladım. Belli ki bu gece beni biraz meraklandırmak istiyordu. Kendi kupasını odanın ortasında duran tahta masaya bırakıp benim kupamla birlikte yanıma geldi. Kahvemi bana uzattıktan sonra, önüme diz çöktü. Elimi yanağına koyarak “Mükemmeldi” diye cevapladı. Gözlerini kapamış avucumu yavaşça yanağında gezdiriyordu. Sevilmek isteyen bir kedi yavrusu gibiydi şimdi. Öyle iyiliği dokunmuştu ki bana, öyle güzel anılarım vardı ki bu odada, keşke hep böyle kalabilseydik.

“Ne zaman götüreceksin yayınevine?” diye sordum elimi yavaşça yanağından çekerken. “Yarın olur mu?” dedi. “Harika!” diye yanıtladım.

Bu tamamladığım ikinci kitabım olacaktı. Ama koşullar onları benim yazdığımı gizlememi gerektiriyordu. Bu nedenle tamamladığım her bölümü ona getiriyordum. O da hepsini okuyor, bir dahaki buluşmada ise bana fikirlerini söylüyor, hatta bazen sonraki bölümlerde neler olabileceğine birlikte karar veriyorduk. Sabaha kadar konuşup bir kaç bölümü bile kurguladığımız oluyordu. Sonra ben heyecanla eve dönüp, konuştuklarımızı kağıtlara döküyor, tamamladığımda yine büyük bir hevesle ona getiriyordum. İşte birlikte tamamladığımız ikinci kitabın son bölümünü yine onunla yaptığımız sohbetlerde kararlaştırdığımız gibi kağıda dökmüş, ona getirmiştim. O da yarın tüm bölümleri alıp birinci kitabı basmayı kabul eden yayınevine götürecekti.

Yayınevinin sahibi, kitapları onun yazdığını sanıyordu. Aslında çok da yalan sayılmazdı. İlk kitabın basılabileceğini hiç tahmin etmiyordum. Duyduğumda heyecandan öleceğimi sanmıştım. O gece benim için mütevazi bir kutlama hazırlamıştı. Şarap içerek mutlulukla dans ettik. Odada şöminenin ve mumların ölgün ışıklarından yansıyan gölgelerimize bile şarabın kokusu sinmiş gibiydi o gece. Nefesinin ve bedeninin sıcaklığıyla sarmıştı beni tek kişilik yatağına uzandığımızda. Bedenimin uykuya teslim olduğunu fark ettiğimde gün ağarmıştı bile. Ama bedenim onunkinden ayrılmak istemiyordu. İlk defa kendime izin verdim ve uykuya teslim olmuş bedenine sokulup, soluğunu dinleyerek uyudum yeniden. Uyandığımda öğlen olmuştu. O benden önce uyanmış ve yiyecek bir şeyler hazırlamıştı. Neden gitmediğimi sorgulamadı bile, ama çok mutlu olmuştu biliyordum. Gerinerek doğruldum yataktan. “Günaydın” dedi neşeyle. “Günaydın” diye tekrarladım ardından gelen kocaman bir esnemeyi bastırmaya çalışarak. “Artık ünlü biri sayılırsın” dedi tepkilerimi kontrol ederek. Benimle gurur duyuyordu biliyordum. Öyle hayrandı ki bana, bazen bu hayranlık beni korkutuyordu. Öyle doğal, öyle içtendi ki, onunlayken dışarıda başka bir hayat yok gibi hissediyordum. “Dur bakalım acele etme..” diye cevap verdim üstüme giyecek bir şeyler ararken, “...henüz sen ve yayıncımızdan başka okuyucum yok, bu sayıda ünlü olmak için yeterli sayılmaz”. “Haklısın ama herkesin yazdıklarına bayılacağından eminim, sen çok yeteneklisin” dedi. Aslında ünlü olan ben değil o olacaktı, çünkü yazdıklarımı kendim götüremediğim ve gizlenmek zorunda kaldığım için yazar adı olarak onunkini kullanmıştık. Bu beni hiç rahatsız etmiyordu, çünkü o uzun gecelerde heyecanla anlatmıştı bana pek çok düşüncesini ve bende olduğu gibi yazmıştım onun cümleleriyle... Böyle zamanlarda ikimizde bir heyecan dalgasına kapılıyor zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadan hikayenin geri kalanı üzerinde saatlerce konuşuyorduk. Artık yorgunluktan konuşacak halimiz kalmadığında ise birlikte sessizce sarılıp uzanıyorduk. Çoğu zaman ben uykuya yenik düştüğümden, o geç kalmayayım diye gitme vaktim gelene dek sessizce beni seyrediyor ve nefesini yüzümde dolaştırıyordu. Sonra şakağıma bir öpücük kondurarak beni uyandırıyor ve yüzünde o güzel gülümsemesi ile giyinmeme yardım edip, düşüverecekmişim gibi tutarak merdivenleri indiriyor ve kapıdan çıkmadan üstümü başımı düzeltip uğurluyordu. Onun sıcaklığından gecenin son ayazına çıktığımda ancak uyanıyor, geldiğim gibi koşar adımlarla eve dönüyordum.

Yarın yine bir kutlama ile karşılayacaktı beni biliyordum. Bu nedenle bende elim boş gelmek istemiyor, ona bir sürpriz hazırlamayı planlıyordum. Ben kırmızı peluş kaplı geniş koltuğumda tüm bunları düşünürken, o paketi açmış masanın üzerine taşıdığı iki mumun ışığında heyecanla son bölümü okuyordu. Alevlerin yarattığı gölgelerin yansıdığı yüzünde o masum meraklı ifadesi içimde ona karşı derin bir hayranlık ve sevgi uyandırıyordu. Okumasını bitirene kadar sessizce bekledim. Son sayfayıda bitirince kafasını kaldırıp bana baktı “Çok iyi” dedi sadece, öyküden geri gelememişti gibi ifadesi..”O kadar mı?” dedim şımarık çocuklar gibi dudaklarımı sarkıtarak. Yavaşça sandalyesinden kalkıp yanıma geldi ve önümde diz çökerek elimi avuçlarının içine aldı. “En az senin kadar iyi” dedi. Sıcacık dudakları elimde dolaşıyordu. Dokunuşları bütün vücuduma yayılıyor içimi eritiyordu. Avucundaki elimi sıkılaştırıp kendime doğru çektim bedenini ve o tanıdık ılık nefesi hissettim dudaklarımda.

Ayrılma vakti geldiğinde bu kez ikimizde uyumamıştık. Yaklaşık bir saattir tek kişilik yatağında gözlerimizi tavana dikmiş konuşmadan yatıyorduk. İkimizde bugün yayınevine gidecek olan kitabı ve akşamına birbirimize sunacağımız süprizleri planlıyorduk. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Onu ve kitabımı orada bırakıp ayrılmam gerekiyordu. Bana ait iki şey...

Bir şey söylemeden doğruldum yataktan, o da benimle birlikte kalktı, sanki konuşmamıza gerek yoktu, ikimizde susuyorduk. Giyinip birlikte merdivenlerden indik, kapıya geldiğimizde sessizce öpüştük “Hoşça kal” dedim sadece ve pelerinimin kapşonunu kapatıp çıktım kapıdan.

Uyku bütün kaslarımı esir almış gibiydi. Gözlerimi her kırptığımda battığını hissediyordum. Derin bir nefes aldım ve eve varana kadar akşam için planlar yaptım. Farklı bir şeyler yapmak istiyordum onun için. Mutlu olmasını, o çocukça sevincini görmek istiyordum gözlerinde, ve şarabın kokusuyla karışan teninin kokusunu düşündükçe içim ürperiyordu yeniden. Mahzenden iyi bir şarap aşırabilirdim onun için, hatta belki iki şişe Daha planlarım sona ermeden eve varmıştım bile.. Sessizce geçtim bahçeden, hizmetkarlar çoktan uyanmış evde sessiz bir çalışma başlamıştı bile. Nasıl oluyor da onlardan önce uyanıp uzun yürüyüşlere çıktığımı anlamasalar da inanmaktan başka çareleri yoktu. Onun kollarından geldiğimi kimseye söyleyemezdim.

Soyunup geceliğimi giydiğimde uyku yeniden esir almıştı bedenimi. Hava aydınlanmış olmasına rağmen perdelerin çekik olması yüzünden karanlıktı odam. Yorganı boynuma kadar çekip derin bir uykuya daldım.

Cuma, Aralık 12, 2008

Denemeler I. Bölüm : ARDINDAN...

Düşünmemeye çalışıyordum ama dünyada başka gerçek kalmamış gibi beynim sürekli ona odaklanıyordu, ne başka bir gerçek, ne başka bir hayat kalmamıştı geriye. İçimde hisettiğim boşluk öyle büyüktü ki, sanki yüreğimi, yaşama isteğimi, coşkumu söküp almışlar da bir daha asla dolmayacak bir boşluk bırakmışlar gibiydi. Hayır! Gerçek olamazdı bu, olmamalıydı. “İsteseydi eğer, eğer yaşamak isteseydi gerçekten, direnirdi.” diyordu içimdeki ses, oysa istemedi o vazgeçti. Neden ?”. Genç ölmekten bahsederdi daima, gencecik ölmekten. Neden yaşlanmak istemiyordu bilmiyorum. Dediğini yapmak zorunda mıydı?

Kızıyordum, beni bu kadar çaresiz bıraktığı için, artık yapabileceğim hiç bir şey kalmamıştı. Kazanabileceğim bir savaş değildi bu.

Uyuyamıyordum, vücudum direniyordu uykuya, saatlerce uzanıp tavanı seyrediyordum. Gözlerimi hiç kırpmadan, kıpırdamadan sanki korkunç bir şey görmüşümde donup kalmışım gibi. Uzaklara gitmiş olmalı diyordum hep, ölemez, o ölemez.. Ne yapacağımı bilmiyordum sanki hayatta, sanki artık adım atacak bir yer kalmamış, ulaşacak hiç bir amaç bırakmamıştı bana.

Duruyordum öylece, sabahtan akşama kadar duruyordum. Durmaktan yorulduğumda, odanın içinde hızlı adımlarla dönmeye başlıyordum bazen, sanki bir yere yetişecekmişim gibi, koşar adımlarla dönüyordum. Aynı çizgi üzerinden hiç ayrılmadan, başı sonu olmayan bir çember çizerek dönüyordum. Bir yere varmayan, boş, bomboş bir kısır döngü. Koşturan ayaklarım mı, yoksa kafamdaki düşünceler mi ayırt edemeden dönüyordum. Sanki yaşam devam ediyordu dönünce, durursam duracaktı yine. Kendime bunu ispatlamaya çalışıyordum belki de, yaşam devam ediyor durmuyordu oysa.

Kimseyi görmek istemiyordum, artık yalnız kalmak istiyordum, ne konuşmak, ne bir şey duymak istemiyordum. Korkuyordum bir de, gelecek de, bana görünecek diye korkuyordum. Oldum olası hayalet öykülerinden korkar, karanlıkta gölgelerin hareket ettiklerini zannedip edip paniğe kapılırdım. Oysa çok özlemiştim onu, ama ya çıkıp geliverirse diye korkuyordum yine de. Ondan bile korkuyor olmam çok komik bir düşünceydi oysa, hayatım boyunca kimseyi sevmediğim kadar sevdiğim, kimseye bağlanmadığım kadar bağlandığım birini görmekten korkuyordum. Dokunuşlarını, kokusunu, sesini, gülüşünü bir kez daha görebilmek, sarılıp ne kadar özlediğimi anlatabilmek için her şeyi feda edebilirdim oysa. Bedensizliğinden korkuyordum belki, o zaman, yani onu bedensiz görürsem öldüğünü kabul etmem gerekir diye korkuyordum. Bununla yüzleşmeye hazır değildim henüz, onu öldürmeye hazır değildim.

Odamdan dışarı hiç çıkmıyordum artık. Çıkmak da istemiyordum. Güneş perdelerin ardında doğuyor ve batıyordu sessizce. Birbirini tekrarlayan günlerde, birbirini tekrarlayan döngülere kaptırmıştım kendimi. Perdeleri açmak istemiyordum, hayat içeri girsin istemiyordum. Bu odada ölmüştüm bende, belki de kendimi bu odaya gömmüştüm. Perdenin arkasından dünyayı seyrediyordum dönmekten yorulduğumda. Ağaçlar, kuşlar bütün dünya yaşıyordu dışarıda.

Onun ardından yağan ilk yağmur çok acıtmıştı içimi, ıslanıyor muydu o da. Dışarıda mı kalmıştı, çaresizce çamurların altında mıydı gerçekten. Olamazdı. Toprağın altında olamazdı. Gerçek olamayacak kadar acıydı bu. O bir yerlerde nefes alıyor olmalıydı. Geliyor muydu yanıma acaba? Görünme bana ne olur, buradaysan bile görünme diye yalvarıyordum bir yandan. Hiç böyle bir acı yaşamamıştım daha önce, bütün vücudum uyuşmuş, ateş fışkırıyor gibiydi. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordum. Anılar didikliyordu beynimi, yazamıyordum bile artık. Oysa ne kadar severdi yazdıklarımı okumayı, kelimeler somutlaştığında anlam kazanıyordu sanki bizim için, öylesine havaya dağılıp gidiyorlar, kayboluyorlardı belki de. Yazmayı hiç bırakmamalısın derdi bu yüzden bana. Yazdıkça var oluyor ve büyüyordum ikimiz içinde. Oysa yazacak bir şeyim kalmamıştı artık, yazdıklarımı okuyacak biri yoktu yanımda. Kimin için ne yazacaktım ki.

Veda bile edememiştim ona. Görsem daha mı iyi olurdu. Hayır, hayır! Buna asla dayanamazdım. Görmediğim daha iyi oldu. Öğrendiğimde çoktan toprağa kavuşmuştu bedeni. Bana ulaşmak istemişler ama başaramamışlardı. Ondan bahsediyordum oysa son günlerde, onu anlatıyordum, hem de geçmiş zaman kullanarak, sonra şaşırıp neden böyle konuştuğumu düşünüyordum. Hatta bir keresinde “bende sanki ölmüş gibi konuşuyorum” demiştim ortak bir arkadaşımıza onu anlatırken. Ölüyormuş, bilmiyordum, bilmiyordum. Tanrım bu acı diner mi? Kızıyordum ona, bana bunu yaptığı için kızıyordum, hem de çok. Buna hakkı yoktu. Neden? Neden? Ağlayabilsem belki rahatlardım, ama yapamıyordum. Ateş basıyordu sadece her yanımı, sıkıntı dolu bir sıcaklık vardı tüm vücudumda. İçimden fışkırıp taşmak isteyenler donup kalmıştı sanki, rahatlayamıyordum. Gittiği için çok kızgındım çok. Artık hayatın bir parçası olmak anlamsız geliyordu bana. Onun solumadığı bir havayı solumak istemiyordum. Dediğini yapmak zorunda mıydı?

Söylemiştim oysa, böyle sonuçlanacağını söylemiştim. Öngörümüydü hissettiğim bilmiyorum ama nedensizce ağzımdan dökülüvermişti kelimeler. Beynini patlatacaksın yapma demiştim. Oysa tüm heyecanı ile gelmişti bana, tek istediği paylaşmak birlikte yaşamaktı bu heyecanı, benimse tek hisettiğim korkunç bir panik dalgasıydı, sanki ne kadar sert ve yüksek sesle söylersem o kadar caydırıcı olacak sanmıştım. Üzüntüyle çekip gitmişti oysa. Tam bir hayal kırıklığıydı yaşadığı. Öylece gitti, ağlıyordu biliyordum giderken. Yinede düşmedim peşine, ya dediğim olacaktı ya da gitmeyecektim ardından. Olmadı ama işe yaramadı. Olacakları engelleyemedim belki de, belki de yeterince karşı koyamadım, belki daha fazla direnmeli oluruna bırakmamalıydım bu kadar.

Gelmişti oysa yeniden, “Ne istersen...” demişti, “Ne istersen yapacağım”. “Hayır!” demiştim “Seni yok edemem, istemiyorsun. İkimizde biliyoruz istemiyorsun. Sadece kaybetme korkusu söyletiyor sana bunları.” Peki ya geldiğinde kabul etseydim onu, ya o zaman ölseydi. Ya kollarımda ölseydi. Dayanamıyordum artık, buna dayanamıyordum, kendimi uzaklara gittiğine ikna etmeye çalıştım bir süre, uzaklara gitmekten bahsederdi sık sık. Macera yaşamak onun en büyük hevesi olmuştu her zaman. Dünyada keşfedilecek çok fazla yer olduğunu söylerdi. Uzaklara gitmişti işte dünyada veya değidi belki gittiği yer ama dediğini yapmış keşfedilecek başka boyutlar bulmuştu kendine. Ölmek değildi onun ki.. Olmamalıydı da zaten. Bu düşünce beni rahatlatıyordu. Göremeyeceğim, gidemeyeceğim bir yerde olsa, uzaklarda bir yerlerde ait olamadığım bir hayatı devam ettiriyordu biliyordum. Kaybolmuşluk değildi ki bu. Bu başka bir hayata başlangıçtı sadece. Bir gün herkesin buluşacağı bir başka hayata gitmişti sadece, ve bir gün bende...

Uzaklarda olduğunu düşünmeye başladığımdan beri, eskisi kadar dönmüyordum odanın içinde, perdenin arkasından dışarıyı seyrediyordum sadece. Hayatı seyrediyordum. Gün ve gece durmaksızın değişmeye devam ediyordu dışarıda. Belki bu döngü hızlanırsa benimde ona erişmem daha kolay olurdu. Yıllar hızla akıp gider ve bende nihayet ona kavuşacak olduğum güne varmış olurdum.

Günler ve geceler perdelerin ardından akıp giderken, bir sabah gün doğmasına yakın birinin bahçeye girdiğini gördüm önce pek ilgilenmedim ama bunun her gün tekrarlandığını fark edince meraklandım. Merakın yaşatıyor seni derdi bana, her şeyi merak eder öğrenmeye çalışırdım. Öğrendiğim her şeyi bir solukta karmakarışık ona anlatır sonra benim yaşadığım heyecana onunda kapılmasını beklerdim. Beni hiç hayal kırıklığına uğratmazdı, hemen o da benimle fikir yürütmeye başlar, saatlerce nereden başlayıp nereye vardığını hatırlamadığımız konulardan konuşurduk.

Merakım haftalar sonra ilk kez beni perdenin ardındaki karaltıyı izlemeye yönlendirmişti. Sadece bir karaltı olarak seçebildiğim kişi, sanki kurulu bir saat gibi her sabah kimse uyanmadan geliyor, sessizce dolaşıyor ve arada bir şeyler topluyor, kokluyor ve boynuna asılı heybeye atıyordu. O kadar düzenli ve zamanlıydı ki hareketleri, bir kaç günün ardından neredeyse her sabah yolunu gözler olmuştum. Kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordum. Ama bunca zaman sonra dışarıda ilgimi çeken ilk şey olmayı başarmıştı. Kimliksiz karaltı, sanki her gün aynı saatte birden bire beliriveriyor, tüm dikkatime rağmen bir türlü bahçeye nereden girdiğini görmeme fırsat bırakmıyordu. Bir müddet bir şeyler toplayarak oyalanıyor, sonra evin diğer tarafına geçip gözden kayboluyordu. Giderek rutinimin bir parçası olmaya başlamıştı. Karanlık bir gölge gibi geliyor ve gidiyordu. Öyle uzun zamandır onu gözlüyordum ki karaltının hatlarından bir kadın olduğuna kanaat getirmiştim. O gözden kaybolduğunda yine kendimle kalıyor ve savaşıma devam ediyordum. Savaştığım içeri girmesine engel olduğum hayat mı, yoksa artık içimde patlama noktasına gelmiş acılarım mıydı bilmiyordum. Yaşamak için mi, yok olmak için mi uğraştığımı bilmiyordum gerçekten.

Sonra bir sabah yine onu izlerken, birden “Evin diğer tarafına geçip ne yapıyor acaba?” sorusuna yanıt aramaya başladım. Sonrasında onu görmediğime göre aynı yoldan geri dönmüyordu demek. Haftalardır ilk defa çıkıp onu takip etmek geldi içimden ve önceden bir yaşamım olduğunu ve bu kadını daha önce hiç görmediğimi düşündüm. Öyle alışmıştım ki tek başıma bu odada kalmaya, elim kapıya uzandığında tereddütle geri çekildim önce. Çıkmayalı çok uzun zaman olmuştu, kapıyı açtığımda göreceklerim her zamankinden başka olabilir miydi? Dışarı çıktığımda hayat içeri girer miydi yeniden? İstemiyordum hayatı. Bir kaç dakika ne yapacağını bilemez halde öylece durdum kapının önünde. Kadın gitmiş olabilirdi zaten çıksam da onu göremeyebilirdim artık, sanki kendime bu fırsatı tanımak istemiyor gibiydim. Ne kadar oyalanırsam onu yakalama şansım o kadar az olacaktı.

Yinede içimde bir ses merakımı haykırıyordu. Ya hala oradaysa.. Zor bir karar olmuştu benim için, gerçekten kimseyi görmek istemiyordum aslında ama bu kadın zaten kimse değildi, bir karaltıydı sadece hayatımda, isimsiz bir karaltı. Ben ve bir de o kadın ayakta oluyorduk bu saatte. Vakit çok erkendi. Henüz evdeki herkes uyuyordur diye düşündüm. Evet, yalnız değildim bu evde ama kimseyi görmek istemediğim için sanırım onlarda bensiz yaşamaya alışmışlardı. İlk zamanlar kapıyı yavaşça aralayarak ne yaptığıma bakıyorlarken artık sanırım kapının önünden geçip gidiyorlardı sadece. Sabahları uğrayan hizmetçiler dışında kimseyi görmüyordum. Onlar da benimle konuşmaya çalışmıyorlar, sessizce işlerini halledip bir an önce odadan çıkmaya çalışıyorlardı. Bir tür deliliğe yakalandığımı düşünüyor olmalıydılar. Tedirgin ve hızlı davranışları benden korktuklarını gösteriyordu. Eskiden olsa çok eğleneceğim bu durum şimdi sadece anlamsız bir hikayeydi benim için. Kimin ne düşündüğünü önemsediğim yoktu aslında bende odam da benden başka birinin daha olmasından hoşlanmıyordum.

Nasıl oluyor da bir yabancı bu kadar rahat gelip bahçemizde dolaşabiliyordu. Oysa bu evin hep güvenli bir yer olduğunu düşünmüştüm. Ama bu kadar uzun zamandır gelip gittiğine göre zaten onunda niyeti kimseye zarar vermek değildi. Çok oyalandığımı düşündüm yeniden. Çoktan gitmiş olmalıydı. Yarın yine gelir nasılsa, yarın çıkabilirim diye avuttum kendimi. Kapının önünde kalakalmıştım. Sanki kapıdan bir yanıt gelecekmiş gibi öylece durmuş kapıya bakıyordum. Ani bir kararla elimi tokmağa uzattım ve açtım. Artık kararımı vermiştim, gidip bakacaktım ne yaptığına. Evde herhangi bir hareket olup olmadığını dinledikten sonra yavaşça merdivenlere ilerledim. Uzun zamandır görmediğim koridorda herhangi bir değişiklik yoktu. Resimler, dolaplar hepsi olduğu yerde duruyordu. Tanıdıklık hissi içimin biraz da olsa rahatlamasına neden oldu. Ne de olsa benim evimdi burası, bir zamanlar mutluluk ve huzuru bulduğum bir yerdi. Onun gelişi ile heyecanla inerdim bu merdivenleri, çoğu zaman yuvarlanma riskine bile aldırmadan ikişer üçer atlardım basamakları.

Tekrar aşağı doğru kıvrılan basamaklara gözüm takıldığında, inip inmemek arasında bir tereddüt yaşamaya başladım yeniden ama diğeri kadar uzun sürmedi bu defa kararsızlığım. Sessiz olmaya çalışarak yavaşça indim basamakları. Tahta çok soğuktu. Vücudumdaki ateşe inat ayaklarımın altındaki soğukluk canımı acıtmaya başlamıştı. Merdivenler son bulup geniş boşluğa ulaştığımda gerginliğim artmaya başlamıştı, kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Ayaklarım da ki soğukluk ve beraberindeki acıda iyice artmıştı, “Keşke ayağıma bir şey giyseydim...” diye düşündüm, “....bahçeye çıktığımda canım daha çok yanabilir”. Dış kapının önündeydim artık, kararsızlığım neredeyse yok olmaya başlamıştı. Kapıyı açtım, güneş henüz doğduğundan dışarıdan gelen serinlik titrememe neden oldu. Üzerimde sadece ince kumaştan dikilmiş kollu bir gecelik vardı, sanırım bu halimle görmekten korktuğum hayaletlerden daha da ürkütücü görünüyordum, artık toplamaya bile zahmet etmediğim saçlarım karma karışıktı, gözlerim uykusuzluktan kan çanağına dönmüş, siyahlara bürünmüş ve ayaklarım çıplaktı.

Tekrar dönebilmek için kapıyı aralık bıraktım ve merdivenlerden taş avluya ulaştığımda bahçede bir hareket olup olmadığını dinledim, Bir kaç kuş cıvıltısından başka hiç bir hayat belirtisi yoktu. Son merdivenden yavaşça ayağımı taşa indirdim. Sol tarafa doğru dönüp, karaltının her gün kaybolduğu noktaya doğru yürüdüm. Sürekli etrafıma bakınıyor, başta avım olmak üzere kimseye görünmek istemiyordum. Üstelik onu bulamasam bile yine kimse uyanmadan odama geri dönmek zorundaydım. Çıkış kapısının olduğunu duvarın sonuna geldiğimde hızlıca bahçeyi tarayarak onu aradım gözlerimle, ama bir şey göremedim. Aniden bir pişmanlık doldurmuştu içimi, ne yapıyordum ben burada, hiç çıkmamalıydım odadan, çok aptalca bir hareketti. Her an birine yakalanabilirdim. Kimsenin hayata geri döndüğümü düşünmesini istemiyordum kendi bekleyişimi bozacak ve rutinimi bozacak hiç bir şeye ihtiyacım yoktu.

Tam dönmeye hazırlanıyordum ki ilerideki ağaçlığın arasında onu fark ettim yeniden, ve merakım yine beni ona doğru itti. Ne yaptığını göremiyordum ama, sanırım yine eğilmiş bir şeyler topluyordu. Yavaşça bahçıvanın özenle şekillendirdiği çalıların arkasına geçtim ve gözlerimi ondan ayırmadan, hemen ilerideki ağaçlığa doğru ilerledim. Kendimi göstermeden ilerleyebileceğim kadar ağaç ve çalı vardı önümde. Çalılığın sonuna geldiğimde onu daha net seçebiliyordum artık. Ağaçların dibine küçük bir ateş yakmış, heybesinden çıkardığı dalları ve otları ateşe atıyordu. Kimini önce havaya savuruyor, sonra ateşe tutuyordu, ucu yanmaya başladığında ise tamamen yanması için bırakıp bir başkasını alıyordu heybeden. Kıyafeti üzerindeki siyah pelerinin altında pek seçilemese çok iyi durumda oldukları söylenemezdi. Tahmin ettiğim gibi bir kadındı bu. Elleri üzerlerindeki çamura rağmen pelerinin siyah kollarından sarkan beyaz eldivenler gibi duruyordu. Daha çok eski yerli hikayelerinde anlatılan büyücülere benziyordu aslında. Bir halk efsanesinden fırlamış bir şaman figürü gibiydi. Bir hayal kahramanı. Adını koyamamış olsam da izlemek hoşuma gitmişti. Yanan otların üzerinden ince beyaz bir duman süzülüyor ve bulunduğum yere kadar geliyordu. Genzim hafif yanmaya başlamıştı dumandan, ama niyeyse hoşuma gitmişti kokusu. Bahçede yaptığımız mangal partilerini hatırladım birden, mangalı hep o yakardı, etleri neşe içinde mangala dizerken sürekli eğlenceli şeyler anlatır ve gülümseyip gülümsemediğimi kontrol etmek için yüzümü takip ederdi. Sanki işi gücü beni eğlendirmek ve korumak gibi davranırdı her zaman, kendimi kırılgan ama çok değerli bir taş gibi hissederdim onun yanında. Gülümsediğimi gördüğünde o da kahkahayı basar ve yeni hikayeler anlatmaya devam ederdi.

Çok güçlü bir hayal gücü vardı aslında, onu dinlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile, yazar rolünü bana vermiş olmasına rağmen yazdıklarımın çoğunda onun hikayeleri yer alırdı. Öylesine süslerdi ki beyninden geçenleri, hayran olmamak mümkün değildi gerçekten. Sonra birlikte ağaçların arasında yürüyüş yapar, göle doğru giderdik. Göle vardığımızda her zamanki gibi taş toplayıp suda kaydırmaya çalışır, sonunda dizlerimize kadar suya girerek birbirimizi ıslatmaya başlardık. Her defasında beni suya düşürmeyi başarır ve sonra elimden tutarak çıkmama yardımı ederdi.

Gözlerim yaşlarla dolmuştu, dumanın yaktığı genzimde sanki koca bir yumruk düğümlenmiş gibiydi. Ben anılar denizinde dalıp gitmişken, birden kadının doğrulup etrafına bakındığını farkettim ve beni görecek diye paniğe kapılıp hızla yere çömeldim. Neyse ki yakalanmamıştım. O da kimsenin olmadığından emin olduğundan yeniden işine dönüp, bir süre sonra ateşi ayağıyla ittiği kumlarla söndürdü ve heybesini kontrol ederek, ağaçların arasına doğru yürüyüp gözden kayboldu.

Artık daha fazla izleyemezdim onu, evdekiler her an uyanabilirlerdi. Doğrulup hızla geldiğim yoldan eve doğru yürüdüm ve aralık bıraktığım kapıdan geçip odama ulaştım. Ayaklarım buz gibi olmuştu, parmaklarımı hissetmiyor gibiydim. Yatağa oturup çarşafı topladım ve ayaklarıma sardım. Sabah serinliği de etkilemişti beni, burnum buz gibi olmuş ve hafiften akmaya başlamıştı. Ellerimle çarşafa sardığım ayaklarımı ovarken, burnumu geceliğimin koluna siliverdim. Çok kalmamış olmama rağmen dumanın garip ama güzel kokusu geceliğime sinmişti. Tekrar koklayarak içime çektim ve bir müddet sonra o kolumdaki bitmiş gibi diğer kolumu da koklamaya başladım. Topladıkları her neyse gerçekten güzel kokuyordu.

Ne yapıyordu o kadın öyle, sadece yakmak için mi topluyordu onca bitkiyi anlamamıştım. Ama uzun süredir ilk defa yaşadığım en hareketli sabah olmuştu benim için. Bu kadar hareket ve heyecan bile beni yormaya yetmişti sanırım, yastığa doğru kayıp, yorganı da üstüme çektim ve uzun süredir olmadığı kadar derin ve uzun bir uykuya daldım.

Rüyamda sokaklarından nehirler akan bir şehirde, şehrin tüm griliğine ibretmiş gibi akıp duran masmavi nehirde yüzen bir gemideydim. Nehir evlerin arasından akıyor ve sanki sokakların yerinde tüm heybetiyle dolaşıyordu. Yol ya da insanların yürüyebilecekleri herhangi bir yer yoktu. Geminin içi ise bir kasabaymışçasına büyük ama kasvetliydi. Koyu renk ahşap duvarlar ve kolonlardan oluşan uzun ince koridorlar vardı. Her katında dükkanları ve odaları olan sanki yüzen bir kasaba izlenimi veriyordu. Onu arıyordum bu gemide, bu nedenle gelmiştim. Burada olduğunu biliyordum her nasılsa. Saklandığını hissediyordum, bana gözükmek istemiyordu nedense. Gemi insanlarla doluydu, her oda ve dükkanın içinde bir kalabalık vardı. Rastladığım insanların tamamının gözlerinin beyaz olması gereken kısmı kıpkırmızıydı ama, bu beni korkutmuyordu. Sanki öbür hayata giden bir gemi olduğunu biliyordum gelirken. Tüm bu insanlar dünyadaki alışkanlıklarını bu yolculuk sırasında devam ettirebiliyorlardı bu gemide. Camlı bir kapının eşiğinde oturan kıvırcık saçlı küçük kız annemin yıllar önce tanıdığı bir ahbabına benziyordu. Onun çocukluğu da mı bu gemideydi. Oysa onun hala yaşadığını ve yetmişlerinde olduğunu tahmin ediyordum. Bir başka küçük kıza elindeki bebeğini göstererek bir şeyler anlatıyordu. Kapıdan içeri baktığımda buranın yemek yenilen bir yer olduğunu düşündüm, çok kalabalıktı ve insanlar sohbet edip bir şeyler yiyip içiyorlardı. Bu kalabalığa karışmak istemedim nedense ve devam ettim yürümeye.. Dükkanların sıralandığı ve duvarlarında camları olmayan bir koridora gelmiştim. Önüme çıkan dükkanlardan birinde yirmilerinin sonunda bir delikanlı elindeki makinayı tamire uğraşıyordu. Bu bir geminin parçasıydı sanırım, gemilerden onun kadar iyi anlamıyordum. Oysa o bir gemiyi başından sona projelendirebilecek kadar çok bilgiye sahipti. Ne kadar severdi gemileri ve denizi. İlk defa denize onunla açılmış ve heyecandan ölecek gibi olmuştum. Daha önce kısa gezintiler yapmış olsam da ilk defa onunla denizin üzerinde uyumuştum. Bu garip bir duyguydu gerçekten, tonlarca suyun üzerinde hafif sallanışlarla uyumak. Uçmak gibi olduğunu düşünmüştüm. Ayaklarımız toprağa değmeden yürüyor ve uyuyorduk. Boşlukta gezmek gibiydi..Yakamozu seyretmiştik uzun uzun..Çok güzel bir geceydi, diğer tüm gecelerimiz gibi.. Derin bir iç çekerek tamirci delikanlıya yaklaştım ve onu tanıyıp tanımadığını sordum. Aynı yolun yolcusu olduklarını düşünmüştüm her nedense.. Kafasını kaldırıp bana baktığında onunda diğerleri gibi gözlerinin beyazının kırmızı olduğunu gördüm. Nedense bu bana çok normal gelmişti gerçekten, bu gemideki insanlara özgü bir durum olduğunu kabullenmiştim sorgusuzca, hiç korkmuyordum. Önce sessizce yüzüme baktı bir süre ve ardından tanımıyorum dedi. Ama içimden bir ses ısrar etmemi söylüyordu, mutlaka karşılaşmış olmalıydılar, çünkü bu gemideki herkes birbirini tanıyor gibiydi ya da ben öyle hissetmiştim. “Bana borcu vardı” dedim birden bire ve bir kaç parça da eşyamı alıp, geri vermediğini ekledim. Sanki bu dünyadan birine borçlu ayrılması hoş olmayan bir şeymiş gibi düşünmüştüm nedense ve onunda bunu duyduğunda kızacağını ve ortaya çıkacağını düşünmüştüm. Birilerine borçlu yaşamaktan hiç hoşlanmazdı çünkü biliyordum. Daima elindekilerle sınırlı ve kendine yeten bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Bu şekilde tanıtılmaktan son derece rahatsız olacağından emindim. Delikanlı yine sessiz kalmayı tercih etti. “Bana borçlu onu bulmam gerekiyor” diye ısrar ettim yeniden. O ise kafasını işine eğip çalışmaya devam etti. Biliyordum bildiğini ve söylemek istemediğini. Kararlıydım oysa, öylece tepesinde dikildim ve cevap vermesini bekledim. Bir süre sonra dükkanın arka tarafındaki boşluktan birinin yanımıza yaklaştığını gördüm, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Biliyordum kendine yapılmış bu haksızlığa dayanamayacağını biliyordum. Haksızlık en tahammül edemediği şeydi ne kendisine, ne de başkasına.. Asla sessiz kalamazdı. Yanıma yaklaştı, üzerinde siyah bir ceket ve pantolon vardı. Onunda gözleri kırmızı olmuştu. Ölüme giden bu gemideki tüm diğer insanlar gibi, ama daha bir yolculuktu bu geri dönecek bir yol mutlaka olmalıydı. Buraya kadar onu geri almak için geldiğimi biliyordu. Hiç bir şey söylemeden elimi tuttu ve koridor boyunca yürümeye başladı. Sıcacıktı elleri. Hiç konuşmuyordu, bende sanki o anı bozuluverecek ve onu kaybedecekmişim gibi hissettiğimden sessizce yanında yürüyordum. Yeniden küçük kızların olduğu camlı kapıya geldik beraber. Ama oraya girmedi. Geminin güvertesine çıkardı beni. Gemi sessizce evlerin arasından kayıp gidiyordu. Ağaçların az olduğu ve genelde açık gri beton evlerin olduğu bir sokaktan geçiyorduk. Elimi hiç bırakmıyor ve gözleri ile yanımızdan yavaşça akıp giden binaları seyrediyordu. Konuşmuyorduk ama bu sessizliğin geri dönemeyeceğini anlatan bir çaresizlik olduğunu hissediyordum. Benimde onunla bu yolculuğa devam etmem de imkansızdı. Söylenecek bir şey yoktu aslında.. Öylece etrafı seyrettik beraber eli avucumun içinde sıcacık beklerken...

Uyandığımda gün çoktan geceye teslim olmuştu, etraftaki sessizliğe bakılacak olursa epeyce geç bir saat olmalıydı. Elim vücudumun yanına düşmüş ve sanki hala onun elini tutuyormuşçasına kapalıydı. Avucumun içindeki sıcaklık henüz soğumamıştı. İçimde derin bir rahatlama duygusu hissediyordum. Gidip onu görmüştüm. Vücudum hala uyuyormuş gibi ağır olsa da, rüya olamayacak kadar gerçekti yaşadıklarım Tekrar uykuya dalmak umuduyla kıpırdanarak daha bir yerleştim yatağa, belki yeniden aynı rüyaya dönebilirim diye düşünüyordum, onun yanında dönebilirim yeniden, ama kafama üşüşen düşünceler buna pek izin vereceğe benzemiyordu. Üstelik nedense çok sıcak olmuştu odanın içi ve susamıştım, oysa dışarıda serin bir hava olduğundan emindim. Kalkıp pencereye doğru yürüdüm, sanırım biraz açık havaya ihtiyacım vardı. Elimi perdeyi çekmek için uzattığımda, ne yapıyorum ben diye düşündüm. Haftalardır sırf hayat içeri girmesin diye kendimi bu odaya kapatmış, perdelerin açılmasına bile izin vermemiştim. Şimdi ise sanki herhangi bir zamanmış gibi perdeyi açmak ve hava almaktan bahsediyordum. Gülümsedim. Belki de hayatı seçişimin bir işaretiydi bu, belki yaşadığımız sessiz buluşmanın anlamı buydu benim için. Onu düşündüm yeniden, bu darmadağınık halimi görse eminim çok kızardı bana ve o perdeyi açıp, hayata geri dönmem için ısrar ederdi eminim. Neyse ki rüyamda bu halde görünmüyordum. Gülümseyerek perdeye uzandım yeniden ve önce perdeyi ardından balkon kapısını açarak gecenin serinliğini içime çektim. Tertemiz hava dolmuştu gerçekten tüm odaya.. Günlerdir ne bir gün ışığı ne de hava almayan odamdan, tüm sıkıntılar dışarı çıkmamak için direnseler de yine de hayat içeri girmeye başardı sanırım diye düşünerek yeniden gülümsedim. Evet kendime gelmenin zamanı gelmişti sanırım.

Yine de kendimce temkinli davranarak balkona çıkmamış kapının hemen eşiğinde durmuştum. Saçlarımın terden ıslanıp enseme yapışan kısımlarında hissettiğim serinlikten kurtulmak için elimle tutup başımın tepesinde düğümledim onları ve bu kadar karışmış saçları açmak için ne kadar uğraşacağımı düşündüm. Bir adım daha öne attığımda ayaklarımda hissettiğim soğukluk dünkü maceramı hatırlamama neden oldu yeniden. Dünden beri hayatımda ne çok değişiklik olmuştu birden bire. Ama bu defa soğuğun acısını yeniden hissetmemek için odaya dönüp terliklerimi aradım. Ortalarda gözükmüyorlardı. Kim bilir nereye fırlatıp atmıştım onları, odanın halı zemininde dolaşmak için hiç terliğe ihtiyacım olmamıştı. Gecenin aydınlığı sayesinde görebildiğim odamdaki eşyalara takıldı gözlerim, hiç bir şeyin yeri değişmemişti, uzun süredir burada olmama rağmen eşyalarla hiç ilgilenmemiştim. Her sabah hizmetçi düzenli olarak gelip kapıyı çalıyor, benden cevap alamasa da odaya giriyor ve dağınıkları toplayıp kahvaltımı bırakıyor ve yine geldiği gibi sessizce çıkıp gidiyordu.

Perdeleri açık bırakarak yeniden yatağıma döndüm. Sabah olmasına daha vardı, karanlık ziyaretçimizin gelişine kadar bana epeyce zaman kalıyordu. Ellerimi kafamın altında birleştirip tavanı seyretmeye başladım. Ne kadar zamandır bu inziva içerisinde olduğumu hatırlamıyordum ama bir saat önce gördüğüm bir rüya sayesinde yeniden hayata dönmüş gibi hissediyordum. Dün sabahki kısa maceramın da belki bu dönüşle bir ilgisi olabilirdi. Uzun süredir uyumadığım için bu ilk rüya beni derinden etkilemişti. Acaba yeniden görebilir miydim onu rüyamda bilmiyordum.

Çarşamba, Aralık 10, 2008

Denemeler : Fırtınadan önceki bekleyiş..

Hayatlarımızdaki bir kısır döngünün peşinde mi koşmuşuz yıllarca, hep bir kavuşma ve kaybedişin ardından mı boğulmuşuz gözyaşlarına. Bundan sonrakiler de öncekilerin bir devamı mı olacak. Vedasız ayrılışların ardından başka dünyalarda mı buluşmak varmış kaderimizde hep. Aynı dünyada bilmediğimiz kıymetimizi daima ayrıldıktan sonra mı yaşamışız bundan önce. Bedenli veya bedensiz olman ne fark eder, sen gelmiş geçmiş tek sevdiğim olarak kalacaksın önce ve sonra, daima.

Seni her kaybettiğimde inanamadığım son buluşların ardından yaşanan sınırlı kavuşmalar mı olmuş hep bundan önce de, hatırlamadıklarım hatırladıklarımdan daha mı fazla yaklaştıracak seni bana. Ellerimi tutman için yanımda olmana gerek olmadığını anlamak için 10 sene mi geçmesi gerekti. Peki ya sesini duymak için ne kadar beklemem gerekecek ne kadar sonra gücümü toplayacağım ne zaman bulacağım içimdeki kayıp cesaretimi. O zamanda gelmiş miydin bulmuş muydun beni yine.

Hep bir kaybediş sanıp, acılara boğulduğum anda mı giriyorsun hayatıma, daima yanımda olduğunu hissettirecek bir gizemin mi var bilmediğim. Yaşamın keşfedilecekler ve yaşanacaklar öncesi sunduğu bir anahtar, bir ödülsün ve belki de hep öyleydin..

Geçmişimden özlediklerim, her günümden beklediklerim, yarınımdan istediklerimi bir bütün halinde barındıran, olabildiğin kadar yakınımda hatta çoğunlukla ta içimde kök salan bir parçamsın sen benim. Eksik kalanlarımı yalnız benimle yapamadıklarımı seninle yapmak, aynı bazı şeyleri yalnızca benimle yapmak gibi. Benim bana yetmediğim yerlersin bu yüzden, bana ait bir hayatın benden özerk tamamlayıcısı gibi. Sen, sevgili, dost, sırdan bir arkadaş değil, içimdeki benin en yakını, bedenimin ve ruhumun tamamlayıcısı gibisin.

Sensiz sandığım zamanların seninle olduğunu anlamak için bunca zaman geçmesi gerekti demek. Keşke daha önceleri bilebilseydim. Aslında hiç kaybettiğimi düşünmedim seni, daima sana kavuşacağımı düşündüm. Uzaklarda bir yerlerde olduğunu ve bir gün çıkıp geleceğini hayal ettim daima. Gökyüzüne bakıp da seninle konuştuğum anlarda aslında bu kadar yakınımda olduğunu nereden bilebilirdim. Benden başkasının bilmediği detayları sunmasaydın önüme, neye dikkatimi çekmeye çalışırsan çalış, nasıl inanabilirdim.

Artık her şeyi biliyorum. Bundan sonrası için hayatımda acı olmayacak sana dair. Bundan sonra yalnızca sen olacaksın..

Pazartesi, Aralık 08, 2008

Girişgah

Her meslekden anılarını yazan pek çok kişi olmasına rağmen “bilgisayarcı”larınanılarını anlatan bir kitaba ya da uzun uzadıya bir yazıya henüz rastlayamadım ya da belki var ama benim haberim yok. Onlar her işlerinde yaptıkları gibi bu tür yazılarını yine bilgisayarda yazarak internette paylaşmayı tercih ediyorlar sanırım. Zaten böylece sadece internet kullananların oluşturduğu dev bir bilgi ve paylaşım grubu meydana çıkıyor. Bu gruba üye olanlar kendi aralarında “Geçen gün falanca başlıklı bir e-posta gelmişti okudun mu? Okumadıysan ben sana hemen yollayayım” türünden sohbetlere girdiklerinden, internete bağlanma şerefine henüz nail olamamış kişilerin kapsam dışında kaldığı bir ortam oluşmasına neden olurlar. Hoş kapsamdışı kaldığını iddia ettiğimiz grubun bu eksikliği ne kadar hissettikleri ya da mesajlarda paylaşılan bilginin kalitesi ve katkısı tartışmaya oldukça açık, bırakın kitabı ciltlerce ansiklopedi yazacak kadar derin bir konudur.

Kültürel dünyadaki bu eksikliği kapatmak için bende naciz birikimimle edebi olduğu iddiasında bulunamayacağım bir şekilde yazmaya karar verdim. Ancak henüz ilk sayfada müstakbel bir yazar olmanın sevincine boğulduğum için bir isim bulma telaşına kapılıp, üçüncü satırdan sonra gözlerimi penceremden görünen ormana dikerek uzun ve hülyalı bir bakış pozisyonuna geçtim. Neticede hiç bir ismi yazacağım şahesere layık bulamadığımdan vazgeçip dördüncü satırdan yazmaya devam ettim. Bu yüzden yazdıklarımı şimdilik -ve belki sonuna geldiğimde de hala- birinci bölüm, ikinci bölüm diye ayırmaya karar verdim.