Cuma, Aralık 12, 2008

Denemeler I. Bölüm : ARDINDAN...

Düşünmemeye çalışıyordum ama dünyada başka gerçek kalmamış gibi beynim sürekli ona odaklanıyordu, ne başka bir gerçek, ne başka bir hayat kalmamıştı geriye. İçimde hisettiğim boşluk öyle büyüktü ki, sanki yüreğimi, yaşama isteğimi, coşkumu söküp almışlar da bir daha asla dolmayacak bir boşluk bırakmışlar gibiydi. Hayır! Gerçek olamazdı bu, olmamalıydı. “İsteseydi eğer, eğer yaşamak isteseydi gerçekten, direnirdi.” diyordu içimdeki ses, oysa istemedi o vazgeçti. Neden ?”. Genç ölmekten bahsederdi daima, gencecik ölmekten. Neden yaşlanmak istemiyordu bilmiyorum. Dediğini yapmak zorunda mıydı?

Kızıyordum, beni bu kadar çaresiz bıraktığı için, artık yapabileceğim hiç bir şey kalmamıştı. Kazanabileceğim bir savaş değildi bu.

Uyuyamıyordum, vücudum direniyordu uykuya, saatlerce uzanıp tavanı seyrediyordum. Gözlerimi hiç kırpmadan, kıpırdamadan sanki korkunç bir şey görmüşümde donup kalmışım gibi. Uzaklara gitmiş olmalı diyordum hep, ölemez, o ölemez.. Ne yapacağımı bilmiyordum sanki hayatta, sanki artık adım atacak bir yer kalmamış, ulaşacak hiç bir amaç bırakmamıştı bana.

Duruyordum öylece, sabahtan akşama kadar duruyordum. Durmaktan yorulduğumda, odanın içinde hızlı adımlarla dönmeye başlıyordum bazen, sanki bir yere yetişecekmişim gibi, koşar adımlarla dönüyordum. Aynı çizgi üzerinden hiç ayrılmadan, başı sonu olmayan bir çember çizerek dönüyordum. Bir yere varmayan, boş, bomboş bir kısır döngü. Koşturan ayaklarım mı, yoksa kafamdaki düşünceler mi ayırt edemeden dönüyordum. Sanki yaşam devam ediyordu dönünce, durursam duracaktı yine. Kendime bunu ispatlamaya çalışıyordum belki de, yaşam devam ediyor durmuyordu oysa.

Kimseyi görmek istemiyordum, artık yalnız kalmak istiyordum, ne konuşmak, ne bir şey duymak istemiyordum. Korkuyordum bir de, gelecek de, bana görünecek diye korkuyordum. Oldum olası hayalet öykülerinden korkar, karanlıkta gölgelerin hareket ettiklerini zannedip edip paniğe kapılırdım. Oysa çok özlemiştim onu, ama ya çıkıp geliverirse diye korkuyordum yine de. Ondan bile korkuyor olmam çok komik bir düşünceydi oysa, hayatım boyunca kimseyi sevmediğim kadar sevdiğim, kimseye bağlanmadığım kadar bağlandığım birini görmekten korkuyordum. Dokunuşlarını, kokusunu, sesini, gülüşünü bir kez daha görebilmek, sarılıp ne kadar özlediğimi anlatabilmek için her şeyi feda edebilirdim oysa. Bedensizliğinden korkuyordum belki, o zaman, yani onu bedensiz görürsem öldüğünü kabul etmem gerekir diye korkuyordum. Bununla yüzleşmeye hazır değildim henüz, onu öldürmeye hazır değildim.

Odamdan dışarı hiç çıkmıyordum artık. Çıkmak da istemiyordum. Güneş perdelerin ardında doğuyor ve batıyordu sessizce. Birbirini tekrarlayan günlerde, birbirini tekrarlayan döngülere kaptırmıştım kendimi. Perdeleri açmak istemiyordum, hayat içeri girsin istemiyordum. Bu odada ölmüştüm bende, belki de kendimi bu odaya gömmüştüm. Perdenin arkasından dünyayı seyrediyordum dönmekten yorulduğumda. Ağaçlar, kuşlar bütün dünya yaşıyordu dışarıda.

Onun ardından yağan ilk yağmur çok acıtmıştı içimi, ıslanıyor muydu o da. Dışarıda mı kalmıştı, çaresizce çamurların altında mıydı gerçekten. Olamazdı. Toprağın altında olamazdı. Gerçek olamayacak kadar acıydı bu. O bir yerlerde nefes alıyor olmalıydı. Geliyor muydu yanıma acaba? Görünme bana ne olur, buradaysan bile görünme diye yalvarıyordum bir yandan. Hiç böyle bir acı yaşamamıştım daha önce, bütün vücudum uyuşmuş, ateş fışkırıyor gibiydi. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordum. Anılar didikliyordu beynimi, yazamıyordum bile artık. Oysa ne kadar severdi yazdıklarımı okumayı, kelimeler somutlaştığında anlam kazanıyordu sanki bizim için, öylesine havaya dağılıp gidiyorlar, kayboluyorlardı belki de. Yazmayı hiç bırakmamalısın derdi bu yüzden bana. Yazdıkça var oluyor ve büyüyordum ikimiz içinde. Oysa yazacak bir şeyim kalmamıştı artık, yazdıklarımı okuyacak biri yoktu yanımda. Kimin için ne yazacaktım ki.

Veda bile edememiştim ona. Görsem daha mı iyi olurdu. Hayır, hayır! Buna asla dayanamazdım. Görmediğim daha iyi oldu. Öğrendiğimde çoktan toprağa kavuşmuştu bedeni. Bana ulaşmak istemişler ama başaramamışlardı. Ondan bahsediyordum oysa son günlerde, onu anlatıyordum, hem de geçmiş zaman kullanarak, sonra şaşırıp neden böyle konuştuğumu düşünüyordum. Hatta bir keresinde “bende sanki ölmüş gibi konuşuyorum” demiştim ortak bir arkadaşımıza onu anlatırken. Ölüyormuş, bilmiyordum, bilmiyordum. Tanrım bu acı diner mi? Kızıyordum ona, bana bunu yaptığı için kızıyordum, hem de çok. Buna hakkı yoktu. Neden? Neden? Ağlayabilsem belki rahatlardım, ama yapamıyordum. Ateş basıyordu sadece her yanımı, sıkıntı dolu bir sıcaklık vardı tüm vücudumda. İçimden fışkırıp taşmak isteyenler donup kalmıştı sanki, rahatlayamıyordum. Gittiği için çok kızgındım çok. Artık hayatın bir parçası olmak anlamsız geliyordu bana. Onun solumadığı bir havayı solumak istemiyordum. Dediğini yapmak zorunda mıydı?

Söylemiştim oysa, böyle sonuçlanacağını söylemiştim. Öngörümüydü hissettiğim bilmiyorum ama nedensizce ağzımdan dökülüvermişti kelimeler. Beynini patlatacaksın yapma demiştim. Oysa tüm heyecanı ile gelmişti bana, tek istediği paylaşmak birlikte yaşamaktı bu heyecanı, benimse tek hisettiğim korkunç bir panik dalgasıydı, sanki ne kadar sert ve yüksek sesle söylersem o kadar caydırıcı olacak sanmıştım. Üzüntüyle çekip gitmişti oysa. Tam bir hayal kırıklığıydı yaşadığı. Öylece gitti, ağlıyordu biliyordum giderken. Yinede düşmedim peşine, ya dediğim olacaktı ya da gitmeyecektim ardından. Olmadı ama işe yaramadı. Olacakları engelleyemedim belki de, belki de yeterince karşı koyamadım, belki daha fazla direnmeli oluruna bırakmamalıydım bu kadar.

Gelmişti oysa yeniden, “Ne istersen...” demişti, “Ne istersen yapacağım”. “Hayır!” demiştim “Seni yok edemem, istemiyorsun. İkimizde biliyoruz istemiyorsun. Sadece kaybetme korkusu söyletiyor sana bunları.” Peki ya geldiğinde kabul etseydim onu, ya o zaman ölseydi. Ya kollarımda ölseydi. Dayanamıyordum artık, buna dayanamıyordum, kendimi uzaklara gittiğine ikna etmeye çalıştım bir süre, uzaklara gitmekten bahsederdi sık sık. Macera yaşamak onun en büyük hevesi olmuştu her zaman. Dünyada keşfedilecek çok fazla yer olduğunu söylerdi. Uzaklara gitmişti işte dünyada veya değidi belki gittiği yer ama dediğini yapmış keşfedilecek başka boyutlar bulmuştu kendine. Ölmek değildi onun ki.. Olmamalıydı da zaten. Bu düşünce beni rahatlatıyordu. Göremeyeceğim, gidemeyeceğim bir yerde olsa, uzaklarda bir yerlerde ait olamadığım bir hayatı devam ettiriyordu biliyordum. Kaybolmuşluk değildi ki bu. Bu başka bir hayata başlangıçtı sadece. Bir gün herkesin buluşacağı bir başka hayata gitmişti sadece, ve bir gün bende...

Uzaklarda olduğunu düşünmeye başladığımdan beri, eskisi kadar dönmüyordum odanın içinde, perdenin arkasından dışarıyı seyrediyordum sadece. Hayatı seyrediyordum. Gün ve gece durmaksızın değişmeye devam ediyordu dışarıda. Belki bu döngü hızlanırsa benimde ona erişmem daha kolay olurdu. Yıllar hızla akıp gider ve bende nihayet ona kavuşacak olduğum güne varmış olurdum.

Günler ve geceler perdelerin ardından akıp giderken, bir sabah gün doğmasına yakın birinin bahçeye girdiğini gördüm önce pek ilgilenmedim ama bunun her gün tekrarlandığını fark edince meraklandım. Merakın yaşatıyor seni derdi bana, her şeyi merak eder öğrenmeye çalışırdım. Öğrendiğim her şeyi bir solukta karmakarışık ona anlatır sonra benim yaşadığım heyecana onunda kapılmasını beklerdim. Beni hiç hayal kırıklığına uğratmazdı, hemen o da benimle fikir yürütmeye başlar, saatlerce nereden başlayıp nereye vardığını hatırlamadığımız konulardan konuşurduk.

Merakım haftalar sonra ilk kez beni perdenin ardındaki karaltıyı izlemeye yönlendirmişti. Sadece bir karaltı olarak seçebildiğim kişi, sanki kurulu bir saat gibi her sabah kimse uyanmadan geliyor, sessizce dolaşıyor ve arada bir şeyler topluyor, kokluyor ve boynuna asılı heybeye atıyordu. O kadar düzenli ve zamanlıydı ki hareketleri, bir kaç günün ardından neredeyse her sabah yolunu gözler olmuştum. Kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordum. Ama bunca zaman sonra dışarıda ilgimi çeken ilk şey olmayı başarmıştı. Kimliksiz karaltı, sanki her gün aynı saatte birden bire beliriveriyor, tüm dikkatime rağmen bir türlü bahçeye nereden girdiğini görmeme fırsat bırakmıyordu. Bir müddet bir şeyler toplayarak oyalanıyor, sonra evin diğer tarafına geçip gözden kayboluyordu. Giderek rutinimin bir parçası olmaya başlamıştı. Karanlık bir gölge gibi geliyor ve gidiyordu. Öyle uzun zamandır onu gözlüyordum ki karaltının hatlarından bir kadın olduğuna kanaat getirmiştim. O gözden kaybolduğunda yine kendimle kalıyor ve savaşıma devam ediyordum. Savaştığım içeri girmesine engel olduğum hayat mı, yoksa artık içimde patlama noktasına gelmiş acılarım mıydı bilmiyordum. Yaşamak için mi, yok olmak için mi uğraştığımı bilmiyordum gerçekten.

Sonra bir sabah yine onu izlerken, birden “Evin diğer tarafına geçip ne yapıyor acaba?” sorusuna yanıt aramaya başladım. Sonrasında onu görmediğime göre aynı yoldan geri dönmüyordu demek. Haftalardır ilk defa çıkıp onu takip etmek geldi içimden ve önceden bir yaşamım olduğunu ve bu kadını daha önce hiç görmediğimi düşündüm. Öyle alışmıştım ki tek başıma bu odada kalmaya, elim kapıya uzandığında tereddütle geri çekildim önce. Çıkmayalı çok uzun zaman olmuştu, kapıyı açtığımda göreceklerim her zamankinden başka olabilir miydi? Dışarı çıktığımda hayat içeri girer miydi yeniden? İstemiyordum hayatı. Bir kaç dakika ne yapacağını bilemez halde öylece durdum kapının önünde. Kadın gitmiş olabilirdi zaten çıksam da onu göremeyebilirdim artık, sanki kendime bu fırsatı tanımak istemiyor gibiydim. Ne kadar oyalanırsam onu yakalama şansım o kadar az olacaktı.

Yinede içimde bir ses merakımı haykırıyordu. Ya hala oradaysa.. Zor bir karar olmuştu benim için, gerçekten kimseyi görmek istemiyordum aslında ama bu kadın zaten kimse değildi, bir karaltıydı sadece hayatımda, isimsiz bir karaltı. Ben ve bir de o kadın ayakta oluyorduk bu saatte. Vakit çok erkendi. Henüz evdeki herkes uyuyordur diye düşündüm. Evet, yalnız değildim bu evde ama kimseyi görmek istemediğim için sanırım onlarda bensiz yaşamaya alışmışlardı. İlk zamanlar kapıyı yavaşça aralayarak ne yaptığıma bakıyorlarken artık sanırım kapının önünden geçip gidiyorlardı sadece. Sabahları uğrayan hizmetçiler dışında kimseyi görmüyordum. Onlar da benimle konuşmaya çalışmıyorlar, sessizce işlerini halledip bir an önce odadan çıkmaya çalışıyorlardı. Bir tür deliliğe yakalandığımı düşünüyor olmalıydılar. Tedirgin ve hızlı davranışları benden korktuklarını gösteriyordu. Eskiden olsa çok eğleneceğim bu durum şimdi sadece anlamsız bir hikayeydi benim için. Kimin ne düşündüğünü önemsediğim yoktu aslında bende odam da benden başka birinin daha olmasından hoşlanmıyordum.

Nasıl oluyor da bir yabancı bu kadar rahat gelip bahçemizde dolaşabiliyordu. Oysa bu evin hep güvenli bir yer olduğunu düşünmüştüm. Ama bu kadar uzun zamandır gelip gittiğine göre zaten onunda niyeti kimseye zarar vermek değildi. Çok oyalandığımı düşündüm yeniden. Çoktan gitmiş olmalıydı. Yarın yine gelir nasılsa, yarın çıkabilirim diye avuttum kendimi. Kapının önünde kalakalmıştım. Sanki kapıdan bir yanıt gelecekmiş gibi öylece durmuş kapıya bakıyordum. Ani bir kararla elimi tokmağa uzattım ve açtım. Artık kararımı vermiştim, gidip bakacaktım ne yaptığına. Evde herhangi bir hareket olup olmadığını dinledikten sonra yavaşça merdivenlere ilerledim. Uzun zamandır görmediğim koridorda herhangi bir değişiklik yoktu. Resimler, dolaplar hepsi olduğu yerde duruyordu. Tanıdıklık hissi içimin biraz da olsa rahatlamasına neden oldu. Ne de olsa benim evimdi burası, bir zamanlar mutluluk ve huzuru bulduğum bir yerdi. Onun gelişi ile heyecanla inerdim bu merdivenleri, çoğu zaman yuvarlanma riskine bile aldırmadan ikişer üçer atlardım basamakları.

Tekrar aşağı doğru kıvrılan basamaklara gözüm takıldığında, inip inmemek arasında bir tereddüt yaşamaya başladım yeniden ama diğeri kadar uzun sürmedi bu defa kararsızlığım. Sessiz olmaya çalışarak yavaşça indim basamakları. Tahta çok soğuktu. Vücudumdaki ateşe inat ayaklarımın altındaki soğukluk canımı acıtmaya başlamıştı. Merdivenler son bulup geniş boşluğa ulaştığımda gerginliğim artmaya başlamıştı, kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Ayaklarım da ki soğukluk ve beraberindeki acıda iyice artmıştı, “Keşke ayağıma bir şey giyseydim...” diye düşündüm, “....bahçeye çıktığımda canım daha çok yanabilir”. Dış kapının önündeydim artık, kararsızlığım neredeyse yok olmaya başlamıştı. Kapıyı açtım, güneş henüz doğduğundan dışarıdan gelen serinlik titrememe neden oldu. Üzerimde sadece ince kumaştan dikilmiş kollu bir gecelik vardı, sanırım bu halimle görmekten korktuğum hayaletlerden daha da ürkütücü görünüyordum, artık toplamaya bile zahmet etmediğim saçlarım karma karışıktı, gözlerim uykusuzluktan kan çanağına dönmüş, siyahlara bürünmüş ve ayaklarım çıplaktı.

Tekrar dönebilmek için kapıyı aralık bıraktım ve merdivenlerden taş avluya ulaştığımda bahçede bir hareket olup olmadığını dinledim, Bir kaç kuş cıvıltısından başka hiç bir hayat belirtisi yoktu. Son merdivenden yavaşça ayağımı taşa indirdim. Sol tarafa doğru dönüp, karaltının her gün kaybolduğu noktaya doğru yürüdüm. Sürekli etrafıma bakınıyor, başta avım olmak üzere kimseye görünmek istemiyordum. Üstelik onu bulamasam bile yine kimse uyanmadan odama geri dönmek zorundaydım. Çıkış kapısının olduğunu duvarın sonuna geldiğimde hızlıca bahçeyi tarayarak onu aradım gözlerimle, ama bir şey göremedim. Aniden bir pişmanlık doldurmuştu içimi, ne yapıyordum ben burada, hiç çıkmamalıydım odadan, çok aptalca bir hareketti. Her an birine yakalanabilirdim. Kimsenin hayata geri döndüğümü düşünmesini istemiyordum kendi bekleyişimi bozacak ve rutinimi bozacak hiç bir şeye ihtiyacım yoktu.

Tam dönmeye hazırlanıyordum ki ilerideki ağaçlığın arasında onu fark ettim yeniden, ve merakım yine beni ona doğru itti. Ne yaptığını göremiyordum ama, sanırım yine eğilmiş bir şeyler topluyordu. Yavaşça bahçıvanın özenle şekillendirdiği çalıların arkasına geçtim ve gözlerimi ondan ayırmadan, hemen ilerideki ağaçlığa doğru ilerledim. Kendimi göstermeden ilerleyebileceğim kadar ağaç ve çalı vardı önümde. Çalılığın sonuna geldiğimde onu daha net seçebiliyordum artık. Ağaçların dibine küçük bir ateş yakmış, heybesinden çıkardığı dalları ve otları ateşe atıyordu. Kimini önce havaya savuruyor, sonra ateşe tutuyordu, ucu yanmaya başladığında ise tamamen yanması için bırakıp bir başkasını alıyordu heybeden. Kıyafeti üzerindeki siyah pelerinin altında pek seçilemese çok iyi durumda oldukları söylenemezdi. Tahmin ettiğim gibi bir kadındı bu. Elleri üzerlerindeki çamura rağmen pelerinin siyah kollarından sarkan beyaz eldivenler gibi duruyordu. Daha çok eski yerli hikayelerinde anlatılan büyücülere benziyordu aslında. Bir halk efsanesinden fırlamış bir şaman figürü gibiydi. Bir hayal kahramanı. Adını koyamamış olsam da izlemek hoşuma gitmişti. Yanan otların üzerinden ince beyaz bir duman süzülüyor ve bulunduğum yere kadar geliyordu. Genzim hafif yanmaya başlamıştı dumandan, ama niyeyse hoşuma gitmişti kokusu. Bahçede yaptığımız mangal partilerini hatırladım birden, mangalı hep o yakardı, etleri neşe içinde mangala dizerken sürekli eğlenceli şeyler anlatır ve gülümseyip gülümsemediğimi kontrol etmek için yüzümü takip ederdi. Sanki işi gücü beni eğlendirmek ve korumak gibi davranırdı her zaman, kendimi kırılgan ama çok değerli bir taş gibi hissederdim onun yanında. Gülümsediğimi gördüğünde o da kahkahayı basar ve yeni hikayeler anlatmaya devam ederdi.

Çok güçlü bir hayal gücü vardı aslında, onu dinlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile, yazar rolünü bana vermiş olmasına rağmen yazdıklarımın çoğunda onun hikayeleri yer alırdı. Öylesine süslerdi ki beyninden geçenleri, hayran olmamak mümkün değildi gerçekten. Sonra birlikte ağaçların arasında yürüyüş yapar, göle doğru giderdik. Göle vardığımızda her zamanki gibi taş toplayıp suda kaydırmaya çalışır, sonunda dizlerimize kadar suya girerek birbirimizi ıslatmaya başlardık. Her defasında beni suya düşürmeyi başarır ve sonra elimden tutarak çıkmama yardımı ederdi.

Gözlerim yaşlarla dolmuştu, dumanın yaktığı genzimde sanki koca bir yumruk düğümlenmiş gibiydi. Ben anılar denizinde dalıp gitmişken, birden kadının doğrulup etrafına bakındığını farkettim ve beni görecek diye paniğe kapılıp hızla yere çömeldim. Neyse ki yakalanmamıştım. O da kimsenin olmadığından emin olduğundan yeniden işine dönüp, bir süre sonra ateşi ayağıyla ittiği kumlarla söndürdü ve heybesini kontrol ederek, ağaçların arasına doğru yürüyüp gözden kayboldu.

Artık daha fazla izleyemezdim onu, evdekiler her an uyanabilirlerdi. Doğrulup hızla geldiğim yoldan eve doğru yürüdüm ve aralık bıraktığım kapıdan geçip odama ulaştım. Ayaklarım buz gibi olmuştu, parmaklarımı hissetmiyor gibiydim. Yatağa oturup çarşafı topladım ve ayaklarıma sardım. Sabah serinliği de etkilemişti beni, burnum buz gibi olmuş ve hafiften akmaya başlamıştı. Ellerimle çarşafa sardığım ayaklarımı ovarken, burnumu geceliğimin koluna siliverdim. Çok kalmamış olmama rağmen dumanın garip ama güzel kokusu geceliğime sinmişti. Tekrar koklayarak içime çektim ve bir müddet sonra o kolumdaki bitmiş gibi diğer kolumu da koklamaya başladım. Topladıkları her neyse gerçekten güzel kokuyordu.

Ne yapıyordu o kadın öyle, sadece yakmak için mi topluyordu onca bitkiyi anlamamıştım. Ama uzun süredir ilk defa yaşadığım en hareketli sabah olmuştu benim için. Bu kadar hareket ve heyecan bile beni yormaya yetmişti sanırım, yastığa doğru kayıp, yorganı da üstüme çektim ve uzun süredir olmadığı kadar derin ve uzun bir uykuya daldım.

Rüyamda sokaklarından nehirler akan bir şehirde, şehrin tüm griliğine ibretmiş gibi akıp duran masmavi nehirde yüzen bir gemideydim. Nehir evlerin arasından akıyor ve sanki sokakların yerinde tüm heybetiyle dolaşıyordu. Yol ya da insanların yürüyebilecekleri herhangi bir yer yoktu. Geminin içi ise bir kasabaymışçasına büyük ama kasvetliydi. Koyu renk ahşap duvarlar ve kolonlardan oluşan uzun ince koridorlar vardı. Her katında dükkanları ve odaları olan sanki yüzen bir kasaba izlenimi veriyordu. Onu arıyordum bu gemide, bu nedenle gelmiştim. Burada olduğunu biliyordum her nasılsa. Saklandığını hissediyordum, bana gözükmek istemiyordu nedense. Gemi insanlarla doluydu, her oda ve dükkanın içinde bir kalabalık vardı. Rastladığım insanların tamamının gözlerinin beyaz olması gereken kısmı kıpkırmızıydı ama, bu beni korkutmuyordu. Sanki öbür hayata giden bir gemi olduğunu biliyordum gelirken. Tüm bu insanlar dünyadaki alışkanlıklarını bu yolculuk sırasında devam ettirebiliyorlardı bu gemide. Camlı bir kapının eşiğinde oturan kıvırcık saçlı küçük kız annemin yıllar önce tanıdığı bir ahbabına benziyordu. Onun çocukluğu da mı bu gemideydi. Oysa onun hala yaşadığını ve yetmişlerinde olduğunu tahmin ediyordum. Bir başka küçük kıza elindeki bebeğini göstererek bir şeyler anlatıyordu. Kapıdan içeri baktığımda buranın yemek yenilen bir yer olduğunu düşündüm, çok kalabalıktı ve insanlar sohbet edip bir şeyler yiyip içiyorlardı. Bu kalabalığa karışmak istemedim nedense ve devam ettim yürümeye.. Dükkanların sıralandığı ve duvarlarında camları olmayan bir koridora gelmiştim. Önüme çıkan dükkanlardan birinde yirmilerinin sonunda bir delikanlı elindeki makinayı tamire uğraşıyordu. Bu bir geminin parçasıydı sanırım, gemilerden onun kadar iyi anlamıyordum. Oysa o bir gemiyi başından sona projelendirebilecek kadar çok bilgiye sahipti. Ne kadar severdi gemileri ve denizi. İlk defa denize onunla açılmış ve heyecandan ölecek gibi olmuştum. Daha önce kısa gezintiler yapmış olsam da ilk defa onunla denizin üzerinde uyumuştum. Bu garip bir duyguydu gerçekten, tonlarca suyun üzerinde hafif sallanışlarla uyumak. Uçmak gibi olduğunu düşünmüştüm. Ayaklarımız toprağa değmeden yürüyor ve uyuyorduk. Boşlukta gezmek gibiydi..Yakamozu seyretmiştik uzun uzun..Çok güzel bir geceydi, diğer tüm gecelerimiz gibi.. Derin bir iç çekerek tamirci delikanlıya yaklaştım ve onu tanıyıp tanımadığını sordum. Aynı yolun yolcusu olduklarını düşünmüştüm her nedense.. Kafasını kaldırıp bana baktığında onunda diğerleri gibi gözlerinin beyazının kırmızı olduğunu gördüm. Nedense bu bana çok normal gelmişti gerçekten, bu gemideki insanlara özgü bir durum olduğunu kabullenmiştim sorgusuzca, hiç korkmuyordum. Önce sessizce yüzüme baktı bir süre ve ardından tanımıyorum dedi. Ama içimden bir ses ısrar etmemi söylüyordu, mutlaka karşılaşmış olmalıydılar, çünkü bu gemideki herkes birbirini tanıyor gibiydi ya da ben öyle hissetmiştim. “Bana borcu vardı” dedim birden bire ve bir kaç parça da eşyamı alıp, geri vermediğini ekledim. Sanki bu dünyadan birine borçlu ayrılması hoş olmayan bir şeymiş gibi düşünmüştüm nedense ve onunda bunu duyduğunda kızacağını ve ortaya çıkacağını düşünmüştüm. Birilerine borçlu yaşamaktan hiç hoşlanmazdı çünkü biliyordum. Daima elindekilerle sınırlı ve kendine yeten bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Bu şekilde tanıtılmaktan son derece rahatsız olacağından emindim. Delikanlı yine sessiz kalmayı tercih etti. “Bana borçlu onu bulmam gerekiyor” diye ısrar ettim yeniden. O ise kafasını işine eğip çalışmaya devam etti. Biliyordum bildiğini ve söylemek istemediğini. Kararlıydım oysa, öylece tepesinde dikildim ve cevap vermesini bekledim. Bir süre sonra dükkanın arka tarafındaki boşluktan birinin yanımıza yaklaştığını gördüm, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Biliyordum kendine yapılmış bu haksızlığa dayanamayacağını biliyordum. Haksızlık en tahammül edemediği şeydi ne kendisine, ne de başkasına.. Asla sessiz kalamazdı. Yanıma yaklaştı, üzerinde siyah bir ceket ve pantolon vardı. Onunda gözleri kırmızı olmuştu. Ölüme giden bu gemideki tüm diğer insanlar gibi, ama daha bir yolculuktu bu geri dönecek bir yol mutlaka olmalıydı. Buraya kadar onu geri almak için geldiğimi biliyordu. Hiç bir şey söylemeden elimi tuttu ve koridor boyunca yürümeye başladı. Sıcacıktı elleri. Hiç konuşmuyordu, bende sanki o anı bozuluverecek ve onu kaybedecekmişim gibi hissettiğimden sessizce yanında yürüyordum. Yeniden küçük kızların olduğu camlı kapıya geldik beraber. Ama oraya girmedi. Geminin güvertesine çıkardı beni. Gemi sessizce evlerin arasından kayıp gidiyordu. Ağaçların az olduğu ve genelde açık gri beton evlerin olduğu bir sokaktan geçiyorduk. Elimi hiç bırakmıyor ve gözleri ile yanımızdan yavaşça akıp giden binaları seyrediyordu. Konuşmuyorduk ama bu sessizliğin geri dönemeyeceğini anlatan bir çaresizlik olduğunu hissediyordum. Benimde onunla bu yolculuğa devam etmem de imkansızdı. Söylenecek bir şey yoktu aslında.. Öylece etrafı seyrettik beraber eli avucumun içinde sıcacık beklerken...

Uyandığımda gün çoktan geceye teslim olmuştu, etraftaki sessizliğe bakılacak olursa epeyce geç bir saat olmalıydı. Elim vücudumun yanına düşmüş ve sanki hala onun elini tutuyormuşçasına kapalıydı. Avucumun içindeki sıcaklık henüz soğumamıştı. İçimde derin bir rahatlama duygusu hissediyordum. Gidip onu görmüştüm. Vücudum hala uyuyormuş gibi ağır olsa da, rüya olamayacak kadar gerçekti yaşadıklarım Tekrar uykuya dalmak umuduyla kıpırdanarak daha bir yerleştim yatağa, belki yeniden aynı rüyaya dönebilirim diye düşünüyordum, onun yanında dönebilirim yeniden, ama kafama üşüşen düşünceler buna pek izin vereceğe benzemiyordu. Üstelik nedense çok sıcak olmuştu odanın içi ve susamıştım, oysa dışarıda serin bir hava olduğundan emindim. Kalkıp pencereye doğru yürüdüm, sanırım biraz açık havaya ihtiyacım vardı. Elimi perdeyi çekmek için uzattığımda, ne yapıyorum ben diye düşündüm. Haftalardır sırf hayat içeri girmesin diye kendimi bu odaya kapatmış, perdelerin açılmasına bile izin vermemiştim. Şimdi ise sanki herhangi bir zamanmış gibi perdeyi açmak ve hava almaktan bahsediyordum. Gülümsedim. Belki de hayatı seçişimin bir işaretiydi bu, belki yaşadığımız sessiz buluşmanın anlamı buydu benim için. Onu düşündüm yeniden, bu darmadağınık halimi görse eminim çok kızardı bana ve o perdeyi açıp, hayata geri dönmem için ısrar ederdi eminim. Neyse ki rüyamda bu halde görünmüyordum. Gülümseyerek perdeye uzandım yeniden ve önce perdeyi ardından balkon kapısını açarak gecenin serinliğini içime çektim. Tertemiz hava dolmuştu gerçekten tüm odaya.. Günlerdir ne bir gün ışığı ne de hava almayan odamdan, tüm sıkıntılar dışarı çıkmamak için direnseler de yine de hayat içeri girmeye başardı sanırım diye düşünerek yeniden gülümsedim. Evet kendime gelmenin zamanı gelmişti sanırım.

Yine de kendimce temkinli davranarak balkona çıkmamış kapının hemen eşiğinde durmuştum. Saçlarımın terden ıslanıp enseme yapışan kısımlarında hissettiğim serinlikten kurtulmak için elimle tutup başımın tepesinde düğümledim onları ve bu kadar karışmış saçları açmak için ne kadar uğraşacağımı düşündüm. Bir adım daha öne attığımda ayaklarımda hissettiğim soğukluk dünkü maceramı hatırlamama neden oldu yeniden. Dünden beri hayatımda ne çok değişiklik olmuştu birden bire. Ama bu defa soğuğun acısını yeniden hissetmemek için odaya dönüp terliklerimi aradım. Ortalarda gözükmüyorlardı. Kim bilir nereye fırlatıp atmıştım onları, odanın halı zemininde dolaşmak için hiç terliğe ihtiyacım olmamıştı. Gecenin aydınlığı sayesinde görebildiğim odamdaki eşyalara takıldı gözlerim, hiç bir şeyin yeri değişmemişti, uzun süredir burada olmama rağmen eşyalarla hiç ilgilenmemiştim. Her sabah hizmetçi düzenli olarak gelip kapıyı çalıyor, benden cevap alamasa da odaya giriyor ve dağınıkları toplayıp kahvaltımı bırakıyor ve yine geldiği gibi sessizce çıkıp gidiyordu.

Perdeleri açık bırakarak yeniden yatağıma döndüm. Sabah olmasına daha vardı, karanlık ziyaretçimizin gelişine kadar bana epeyce zaman kalıyordu. Ellerimi kafamın altında birleştirip tavanı seyretmeye başladım. Ne kadar zamandır bu inziva içerisinde olduğumu hatırlamıyordum ama bir saat önce gördüğüm bir rüya sayesinde yeniden hayata dönmüş gibi hissediyordum. Dün sabahki kısa maceramın da belki bu dönüşle bir ilgisi olabilirdi. Uzun süredir uyumadığım için bu ilk rüya beni derinden etkilemişti. Acaba yeniden görebilir miydim onu rüyamda bilmiyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder